30 Haziran 2007 Cumartesi

Yozlaşan tartışmalar içinde kaybolmayalım

Türkiye'mizde yaratılan tartışma ortamlarının büyük bir çoğunluğunun temel özelliklerinin, düşünmeden ortaya atılmış, derinlikten yoksun, sığlık içinde başladığını ve yapıldığını görmekteyiz. Avrupa Birliği, kalkınma, demokrasi, küreselleşme, toplum, Din, Devlet konularını içeren olguların tartışılmasında olduğu gibi, gündemin en başına oturmuş bulunan laiklik ve irtica tartışmalarında da aynı bilgisizlik, ya cehaletten veya bilinçli olarak devam etmektedir. Az okuyan, az düşünen, fikirlerini akıl süzgecinden geçiremeyen. Karşısındakini anlamaya veya ona anlatmaya değil rakibini daima mahkûm etmeye çalışan. Ama çok konuşan hem de havadan konuşan bir toplum manzarası ortaya çıkarmaktayız. İşin en acınacak tarafı ise bu durumun kimseyi de pek fazla rahatsız etmemekte oluşunu görmekte olduğumuz.

Herkes her konuda çok şey bildiğini zannediyor. Tamam, zannetsin de, kendini hemen yargıç atayıp kaşısındakini yargılama ve cezalandırma sürecine giriyor. Bu huyumuzu değiştirip karşımızdakini yargılamaya değil de anlamaya gayret etsek içine düştüğümüz bunalım çemberini kıracağımızdan hiç kuşkum yok.

Laiklik ve irtica tartışmaları ülkemizde biraz da ilericilik ve gericilik deyimleri ile algılanıyor. Bu deyimler bana hemen tarih kelimesini hatırlatıyor. Tarih bence üç boyutlu olarak ve bu boyutlar, geride kalan, şimdi ve gelecek şeklinde an ve an değişerek süzülüp akıp gidiyor. Bu akış içinde insanlığın ve ulusların gelişimi, şimdi de durarak, geriye bakarak, ileriye ait planlamalar yapılması ile mümkün oluyor.

Bildiğiniz gibi bu tartışmalar genellikle politikacılar ve kendini toplumun, her bokemonunun bilirkişisi ilan eden, aslında cahil veya kötü niyetli işbirlikçi kişiler tarafından ortaya atılır. Anlaşamazlığın ana sebebi din ticareti ile uğraşan ve kendine din âlimi sıfatı takan bir takım zevatın avanta para kaynaklarının kuruyacak olmasındandır. Diğer taraftan avanta, yandaş koruma, çalma, çırpma ve ne bulursa hamudu ile götürenleri buraya yazmam bile. Onun içindir ki Tarikat, politika ve devlet ilişkileri üçgeni şu anda tam yol devam etmektedir. Türkiye'de yaratılan bu ortama ABD, AB ve Türkiye düşmanları da destek verince ortalık iyice bulanmakta ve deyim yerinde ise bulanık suda balık avlamak kolaylaşmaktadır.

Bunların mandacılık fikirleri ve soysuzlaşma ile mistikleştirilmiş ilerlemecilik ideolojisine göre, AB, ABD destekli ama kendilerinin bile inanmadığı fikir ise ilerlemenin son durağı da Batı'dır.
İşte Yüce Atatürk'ün ve onun gibi düşünenlerin irtica dediği şey budur. Atatürk için ilerlemenin ve gelişmenin sınırı batı medeniyetine ulaşmakla son bulmaz. O Yüce insan, Türk milleti için daha ileriyi ve daha ileriyi düşünmüş. Milletine manevi mirasını buna göre bırakmıştır.
Büyük Ata'nın Cumhuriyeti emanet ettiği Türk genci, geçmişe ancak yapılan iyi şeylerden ilham ve model almak, geçmiş ile hesaplaşmak için döner ve bakar. Bundan maksadı ise şimdi ve gelecekte hata yapmamak içindir. Bunu aksi ise, geçmişe rücûdur, irticadır ve toplum için kötüdür.

Damarlarında kudret ve asil kan taşıyan Türk gençleri;

Tarihte ileriye gitmek için zaman, zaman geriye dönüşler ve sorgulamalar yapman gerekir. Yapacağın bu geriye dönüş ve sorgulamalar, Türk varlığı ve Türk halkı için en önemli ilerletici öncü kuvvetin olacaktır. Tarihini iyi öğren ve iyi analiz et. Bunu yapamayan toplumlar ileriye atılamazlar. Türkiye ve Atatürk devrimleri sizlere emanettir.

Necmi ÖZNEY 30.06.2007 Memleket haber – Asa haber

23 Haziran 2007 Cumartesi

Zaman Türklere Soykırım Zamanıdır

Yıllardır batı tarafından bilinçli olarak içine çekilmeye ve kabule zorlandığımız ermeni soykırımı yalanına ait süreç benim hep midemi bulandırır. Onun içindir ki 1915 olaylarını ve sonraki tarihi, derinlemesine, tarafsız ve özel bir ilgiyle incelemişimdir.

Dedemin ermeni çeteler tarafından şehit edilmesi, buna karşılık çok miktarda ermeni arkadaşımın bulunması. Bu arkadaşlarıma karşı büyük bir sevgi ve dostluk beslemem ister istemez bu ilgiyi arttırmıştır. Fazlaca uzatmadan ve acı tecrübelerimi anlatmadan bu paragrafı bitirmek istiyorum. Sonuç olarak Türkler, Ermenilere karşı soykırım filan yapmamıştır. Çoğu ermeni nüfusu bunu bilmekte, fakat politik olarak az da olsa istemeden desteklemektedirler.

Soykırım fiili, en büyük insanlık suçudur. Tarihe baktığımız zaman genelde direkt batı tarafından veya batı tarafından desteklenip yaptırılan ve meşrulaştırılan kanlı soykırımlar görürüz. İspanyolların Güney Amerika halkına, Amerikanın Kuzey yerel halkına, yakın tarihte Japonya Hiroşima’ya yaptıkları bırakın bu sayfaya, ciltlere sığmayacak batı terörünün Dünya’nın her noktasında iz bıraktığı bir ortamda inkâr etmeleri, bırakın utanmalarını. üstüne üstlük kendilerini haklı gösterme çabaları ne acıdır. İbret alınması gereken bir durum. Planlıyorlar seri ve çok hızlı bir şekilde soykırım yapıyorlar ve bir süre kabul etmeme taktiği uygulayıp bunu tarihe, beyin yıkama ve propaganda yolu ile istedikleri şekilde aktarıyorlar. İşte Türklere mal edilmeye çalışılan soykırım aslında bu senaryo üzerinden yürümektedir. Ermenilere o zaman uygulanan haklı yer değiştirtme zamanında, yedi düvel’in temsilcileri Anadolu’da Ermenilerin hemen yanı başında idiler. Batı aslında Türklerin Ermenilere karşı soykırım yapmadığını gayet iyi biliyor.

Peki, o zaman niçin böyle politikalar uygulayıp olayları çarpıtıyorlar.

Amerikalı bir başkan’ın, bir sözü aklıma geldi “ Türkler ve İspanyollar Amerikan çıkarları için zararlı milletlerdir. Tek dileğim onları yeryüzünden silmektir ” . Bu söz halen geçerliliğini korumaktadır. Soykırım uygulaması her zaman silahı ele alıp öldürmeye başlamakla olmuyor. Yok etmeyi planladıkları topluma karşı uzun vadeli planlar yapıp önce çökertip sonrada toptan tarihten silmek. İşte Türklere uygulanmak istenen budur. Böyle bir plan nasıl uygulamaya geçer. En son açık olarak denedikleri, savaş yolu ile yöntemi ise Çanakkale’de kursaklarında kaldı. Fakat fikir olarak kafalarından hiç çıkmadı. Şimdi uygulamada olan modern çökertme ve soykırım sistemi üzerinde çalışıyorlar. Bunları madde madde sayarsak şunlardır.

Siyasal; Türkiye’nin siyasal yapısı üzerinde etkili olmak için yönetim ve sivil yapılanmaların kendi çıkarlarına göre çalışmaları bazında desteklenmeleri ve beslenmeleri. Ordunun yıpratılmasına iç ve dış destek sağlanması. Etnik kavramları azdırarak milli bütünlüğün bozulması.

Sosyal; Yönetim ve STK ları kullanarak düşünce sisteminin ve sosyal yapının kendi emperyalist çıkarlarına göre yapılandırılması.

Kültürel; Halkın kendi milli ve manevi duygularına televizyon, edebiyat, gazete ve sinema kullanılarak müdahale edilip kontrol altında tutulması ve kendi pis emperyalist düşüncelerine hizmet ettirilmesi. Tarih bilincinin unutturulması, millet duruşunun yok edilmeye ve Türkün en büyük dayanağı Atatürkçü düşüncenin yok edilmeye çalışılması.

Ekonomik; Türk halkının sosyal ve kültürel değerlerinin yok edilmesi amacıyla, yaşamlarının alt yapısının ortadan kaldırılması ve halkın mevcut alışkanlıklarını sürdürememeleri için ekonomik sıkıntıya düşürülmeleri ve böylece kendi endüstri ve bankalarına muhtaç edilmeleri. Kredi kartları gibi uygulamalarla halkın borç batağına düşürülmesi. İthalata dayalı bir sistem kurularak halkın ekonomik gelişiminin önlenmesi.

Biyolojik; İnsanları ekonomik olarak zor durumda bırakarak bulundukları yörelerden iş bulma umudu ile göçe zorlanmaları ve ailelerin bir süre bölünmelerini sağlanması. Hayatı zorlaştırarak aile bağlarını zayıflatma ve toplumun yapı taşlarını bozulması.

Fiziki; Tarım ve hayvancılık sektörünün çökertilerek, alınması gerekli kalori ve protein ihtiyacının aksatılması ve azaltılması. Bu yolla halkın bedensel ve zihinsel olarak halsiz ve takatsiz düşürülmesi.

Dinsel; Belirli din adamlarını kullanarak halkın inançlarını yozlaştırmak, yıpratmak ve yok etmek. Halk arasında mezhepsel ayırımları körükleyip birbirlerine karşı düşmanlaştırmak. Dinler arası diyalog masalları ile dini duyguları zayıflatmak.

Ahlaki; Topluma bu kadar menfi sonuç verebilecek olguları bir araya topladığımız ve etkilerini şimdiden görmeye başladığımız ahlak çöküntüsü. Halkı işsizlik pençesine alarak ve dilenci durumuna düşürerek sosyal yardım yapılması ve oya tahvil edilmesi en acı veren ahlaksızlık.

Öncü olarak PKK gibi terörist grupları kullanarak silahla soykırımı fiili olarak başlattılar. Aziz şehitlerimizin yalnız canlarını almakla kalmadılar. Onlardan milletimize gelecek temiz nesillerini de bu milletten peşinen aldılar. İşte milletimize yapılmakta olan budur. Bunun adı da soykırımdır. İnanınki bunun hesabını içte ve dışta kimse vermeyecek ve veremeyecek.

Bu emperyalist planı saldırılara karşı, hangi politik fikirde olursak olalım, kurtuluşumuz Atatürk ilke ve fikirlerine sıkı sıkıya bağlı kalmaktır. Gerisi teferruattır.

Necmi ÖZNEY

21 Haziran 2007 Perşembe

Başka bir açıdan kriz fotoğrafı

Türkiye'ye insani olarak baktığımız zaman, bakirliğini henüz kaybetmemiş iyi bir ülke görürüz. Ama aydın insan kalitesi açısından baktığımızda hiç de öyle görünmüyor. Türkiye'de her an ve de sürekli çok şey konuşuluyor ve yazılıyor. Ama ekseriyetle boş şeyler konuşuluyor ve yazılıyor. Satılmış sivil toplum kuruluşları yüzünden adeta bir aptallar ve boşboğazlar ülkesi olmuşuz. Düşünce ve zihniyet tembelliğimizin ve sığlığımızın bir göstergesi olmak üzere bakarsak, mümkün mertebe komplekslerden ve at gözlüklü, dar ufuklu siyasi ve ideolojik fikirlerden arınmış, halkı doyurucu, tatmin edici, aydınlatıcı, derinlikli ve çok yönlü tartışmaların, fikir alış verişlerinin, analizlerin halka faydalı bir şekilde yapıldığını pek göremiyoruz. Medyada bunları şöyle bir izlediğinizde ise böyle bir ümidin çok uzaklarda olduğunu görüyoruz. Bilhassa yapılan yanlış yönlendirmelerle halkın olayları analiz edip anlama yetisi de bilinçli olarak karartılmaya çalışılıyor.

İktidarlar, her zaman olduğu üzere, bizim yaptığımız her şey iyidir diyorlar ve kendilerine toz kondurmuyor. Egoizmde o kadar ileri gitmişler ki alternatifleri yok kendilerine göre. Hatta zaman zaman bunu halka ve muhalefete karşı bir şantaja bile dönüştürüyorlar. Halk meşru bir şekilde sokağa çıkıp tepkisini belirtmeye kalkınca da halka hakaret etmek saygısızlığında bulunuyorlar. Muhalefettekiler ise her zaman olduğu üzere, bizim yapmadığımız hiçbir şey iyi değildir diyor. Bu akılsız politikacıların henüz anlayamadığı birçok şeyden birisi de Türkiye'de siyasetçilere ve siyasete güven bitiyor. Aslında çoktan bitmiş vaziyette ya.

Türkiye'de odunu bile gösterip milletvekili adayı yapar ve seçtiririm diye başlayan çok partili dönem var bu milletin aklında hala. Halka gelince Şaşkın, öfkeli, siyasetçiye kızgın ama ne yapacağı ve yapması gerektiğini bile düşünemiyor. Çünkü muhakeme yeteneği elinden alınmış. Üç beş parti lideri onun adına düşünüyor. Halk milletvekillerini kendisinin seçtiğini zannediyor. Hâlbuki en fazla beş kişinin önceden seçtiği kişilere oy verip dört beş yılda bir söz sahibi olduğu kanısında. Sonrada oturup futbol takımı tutar gibi taraftar oluyor.

Politika yapanlar veya yaptığını zannedenler, seçim zamanlarında halka beni seçin, ben sizin içinizden geldim diye nerdeyse halkın gözünün içini yalayanlar, seçildikten sonra halka hemen gerisini dönüveriyor. Kanları asil bir kanla nerede değiştiriliyorsa seçkin ve kendi deyimleri ile birinci sınıf vatandaş oluveriyorlar.

Bize şırınga edilen fikre bakın. Dışarıdan bol bol yabancı sermaye gelecek ve kalkınacağız. Dolarlar geliyor yüksek faizli fonlara akıyor, kazandığı faizini alıyor ve geldiği yere dönüyor. Yatırım yok. Bu şekilde olmaz da zaten. Biz bundan sonra da sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi, yine üretmeden tüketmeye devam edelim. Hatta dövizi daha da düşük tutalım ki ithalat sektörümüz daha da gelişsin. En ufak politik bir tenkide bile verilen cevap ise, aman kriz çıkar istikrar bozulur olsun.

Söylermisiniz bana bu topraklarda Atatürk dönemi hariç iki yüz yıldır kriz olmadan geçirdiğimiz bir zaman dilimi varmıdır? Türkiye, Avrupa ve ABD yüzünden devamlı ve bilinçli yaratılan bir kriz ortamındadır. Bu kriz ortamı, en genel anlamda Osmanlı'dan beri gelen ve Cumhuriyete döneminde dahi yok edilemeyen mandacılık fikrinin devamıdır. Cumhuriyetle bittiğini zannettiğimiz bu aşağılık fikir iç ve dış güçler tarafından her an gayet canlı tutulmaktadır. Bu fikri ayakta ve canlı tutanlar ise maalesef içimizde ve kendilerine fikir önderi yaftası asan işbirlikçilerdir.

Biz milletimize anlayamadığımız bir problemi çözemeyeceğimizi anlatmaya ve üretme kültürü yerine satın alma ve tüketme kültürünü terk ettirmeye mecburuz. Sanayileşmek fikrinin bilinçli bir şekilde terk edildiği bu dönemi mutlaka bir daha açmamak üzere kapatmalıyız. Görgüsüz tüketim iğrençliği bitmeli. Üretim elimizdeki bütün imkânlar kullanılarak desteklenmeli.
Ülkeyi gırtlağına kadar borca sokan yöneticiler, bir yandan enflasyonun körüklenmesi ve enflasyonun birinci sebebi olurken diğer yandan da hala bu sistemin reklâmını yapmayı bırakmalı. Üretene ceza verir gibi yaptırımlar reva görmemeli. Rantçıya ve faizciye ise mükâfat gibi rant vermemeli. Vatandaş, paran varsa iş kurma, gel bana ver, sana Faiz vereyim dememeli.

Bütün bunların neticesinde ise, üretmek istemeyen, ama her şeyi tüketmek için aç bir fare gibi poposunu açarak koşan. Bütün ihracat imkânı ancak elli milyar dolar olan bir ülkenin insanı olduğunu unutarak, kendisinden yirmi kat daha zengin ülkelerdeki hayatı aynen yaşamak isteyen, görgüsüz ve tembel bir toplum şeklinde önüne gelen her şeyi satın almaya, yutmaya çalışan, her kaynağı kurutan sevimsiz bir yeni bir sınıf ortaya çıkar. Sonuç olarak ta ahlaksızlık alır başını gider. Yoksul fakat şerefli yaşamak, zengin ama ahlaksız yaşamaktan daha evladır.
İşte, kriz denen şey kısaca bundan ibarettir. Krizin aslında doğru adı ahlaksızlıktır.

Necmi ÖZNEY

Akdeniz Birliği ve açığa çıkan imparatorluk hevesleri

Temel fikir olarak 1995'de ortaya atılan 'Avrupa Akdeniz Birliği', Akdeniz çukuru etrafında toplanmış milletler arasındaki barış ve istikrarın sağlanmasının yanı sıra, 2010 yılına kadar bu devletlerin denetiminde bir serbest ticaret bölgesi kurulmasını amaçlıyordu. Ancak ortak devletler böyle bir hedefin anlamına hala henüz çok uzak. Konunun perde arkasını biraz araştıralım ve inceleyelim.

2005 yılında toplanan 'Avrupa Akdeniz Ortaklığı' zirvesinin akla getirdiği ilk soru, yine yeni bir sömürü düzenimi kurmaya çalışılıyor? Oluyordu. Ben bu olup bitenleri daha önce de gördüm mü acaba, diye sormaktan alamıyorum kendimi. Akdeniz, şu sıralar bazı Avrupa Birliği ülkelerinin ilgi alanına girmeye başladı yeniden.

Fransa'nın yeni devlet başkanı Nicolas Sarkozy ile İtalya başbakanı Romano Prodi, 2007 Mayıs ayı sonlarında Paris'te yaptıkları görüşmede Avrupa ile Akdeniz bölgesi arasındaki ilişkilerin yakın bir gelecekte ve öncelikle ele alınacağını söyledi.

Prodi yedi 'Avrupa Akdeniz' ülkesinin katılacağı bir konferans yapılacağını ve konferansa katılacak ülkeler arasında, kendi ülkelerinin yanı sıra, İspanya ve Portekiz, Yunanistan, Kıbrıs ve Malta'yı saydı. Portekiz nasıl bir Akdeniz ülkesi diye soracaksanız hiç sormayın cahilliğiniz meydana çıkar. Sarkozy ve Parodi'den daha iyi bilecek haliniz yok ya. Bu organizasyonun ucunda Akdeniz'in güney ve doğusundaki ülkelerle birlikte kurulacak bir 'Akdeniz Birliği' hedefi var.

Bundan tam 12 yıl önce 'Avrupa Akdeniz Diyalog Süreci' adı altındaki bir oluşum, büyük bir şamata ve gürültü ile dünya kamuoyuna duyurulmuştu.

1995 yılında Barselona'da yapılan Avrupa Akdeniz Konferansı'nda kültürler arası işbirliğine ve önyargıları ortadan kaldırmaya yönelik, cafcaflı büyük sözler eşliğinde Akdeniz etrafında bir serbest ticaret bölgesi oluşturulması için start verildi. Bu hedefin amacına ulaşabilmesi için öncelikle, Avrupa Birliği ve Akdeniz'e kıyısı bulunan her ülke ile ama ayrı ayrı ikili anlaşmalar yapılması planlandı. Suriye dışında, 'Barselona Süreci' içindeki tüm devletlerle bu tür anlaşmalar imzalandı ve söz konusu anlaşmalar yürürlüğe girdi.

Ekonomik alandaki bütünleşme süreci 2010 yılına kadar bir serbest ticaret bölgesi kurulmasını öngörüyordu. Katılımcı ülkelere özellikle ihracat yoluyla sürekli bir ekonomik kalkınma içine girecekleri vaat edildi. Çok yakında bizede yapıldığı gibi milyon konuda fasıllar açılacak, fasıllar görüşülecek, fasıllar uçları açık kalacak ama halklar uyutulacak.

Ancak bu sürece eleştiriler geldi. Devletlerin koruyucu dış ticaret politikalarının ortadan kalkması ile Avrupa Birliği'nden gelecek rakipleri karşısında yerle bir olacakları endişesini dile getiriyorlardı. Zira yerel sanayilerin, AB deki sanayi ile rekabet güçleri yok ki. Sanayiye motor olacak alanlarında ise hiç yatırımları yok

Bir örnek vermem gerekirse:

Yardım sever AB bunu gördü ve yardım etme kararı aldı. Endüstriyel alanda, Tunus ve Fas gibi ülkelerdeki açıkları kapamaya yönelik yatırımlar yapıldı. Çağrı merkezleri kuruldu. Amerikalı bir salak bilgisayarının açma kapama düğmesini bulamamış. Hacıya soruyor. Hacıda on off düğmesinin yerini tarif ediyor. Eh yani, Çağrı Merkezleri'nin bu iki ülkede artık önemli bir endüstriyel ekonomik sektör olmaya başladığı Tunus ve Fas'ın artık ağır sanayi hamlesi yaptığı söylenebilir artık. Fas'ta son iki yılda reel ekonomik anlamda kalkınma sağlandı. 2006 yılında ekonomik kalkınma %6 olarak gerçekleşti ve işsizlik azaldı, ancak bu sanayi üzerinden değil, turizm girdisiyle sağlandı. Sanayi hep gelişmenin gerisinde kaldı. Fas için turizm geliri iki misline çıkabilirdi ama gelirin yarısından fazlasını yabancı yatırımcı kendi ülkesine transfer etti. Yeni bir sömürgecilik ve yeni bir sömürü düzeni kurulmuş oldu. Tekstil endüstrisinin yakın tarihlere kadar hem Fas hem de Tunus için çok önemli bir ekonomik ağırlığı olduğunu biliriz. Ama çoklu elyaf anlaşması'nın sona ermesi nedeniyle bu sektör çok ağır darbe yedi. Bu arada bu ülkelerdeki tarım sektörüde dibe vurmuş vaziyette. İşte size kalkınma örneği. Hem de AB li Akdeniz Birliği katkılı.

Ayrıca 'Akdeniz Birliği' konusunun gündemde tutulması, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine açık ve milliyetçi bir yaklaşımla karşı çıkan Sarkozy için de, Türkiye'nin Avrupa Birliği dışında kalması için yazılacak yeni senaryo için de bulunmaz bir fırsat.

Fransa devlet başkanı, işte bu yüzden ve bilinçli olarak yeni bir Akdeniz birliği yönündeki bu fikrini, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımına karşı ve böyle bir katılımı engellemek için bu modeli birden hatırladı ve ortaya attı.

Bilirsiniz zurnalarda bir zırt deliği vardır şimdi oraya gelelim. Bütün bunlar yakın bir gelecekte emperyalist devletlerinin yeni planları için Dünya'nın çektiği doğum sancılarının dışa vurumu. Gözünüz aydın, Dünya hamile. Yeni bir çağa hamile. Bu çağın adını şimdiden koyalım. " İmparatorluklar Çağı" ABD, AB, Çin ve Rusya bu düzende yerlerini almaya çalışıyorlar. Türkiye ve Türk cumhuriyetleri isterse kurulmaya çalışılan bu düzende beşinci büyük olabilirler. Evet, inanın isterlerse bu düzende söz sahibi olabilirler.

Ama işbirlikçi olmayan, satılmamış, devletlerini milletlerini seven ve Atatürk değerlerine sıkı sıkı sarılan inanmış yöneticilere ve devlet adamlarına sahip olmak şartıyla.
Emperyalist ülkeler için Dünya ve Dünya nimetleri, diğer ülkelerle paylaşılmayacak kadar küçük ve az. Bunu bir yerlere yazın ve hatırlayın. Hakkınızı savunmaya çalışacağınız günler pek uzakta değil.

Necmi ÖZNEY

AB adı altında plan 'Avrupa Birleşik Devletleri'

Bu günlerde toplum olarak uykusuzluk çekmekteyiz. Televizyonlarda haberleri izlerken AB falanca başlığı askıya aldı filanca başlığı sepete koydu derken ne güzel uyuyup rahatlıyorduk. Dikkat ederseniz AB tartışmaları eski heyecanı ve etkisini kaybetti. Bu durumun, AB taraftarlarını derin bir üzüntüye soktuğunu fakat başka bir taraftan da gizli bir sevince boğduğunu görüyoruz. Üzülmelerinin nedeni, Türkiye'nin, AB üyeliği senaryosunda ciddî problemler olduğunun artık açık bir göstergesi ve bunun da bir taraftar için hâliyle mutluluk verici bir şey olmaması. Açıkça ifade edilemeyen gizli memnuniyet de aynı sebepten geliyor. Lobicilerin, yerli işbirlikçilerin, hatta AB'nin maaşlı adamı gibi davranan sivil toplum kuruluşları ve boyalı medyanın AB reklâmı yapmakta zorlanacakları bu zamanda durumun en azından bir süre dondurulması demektir.

Bugünlerde hâlâ AB süreci işliyor havası basılmaya çalışılsa da, açıkça belli ki, Türk halkı bu işe uyandı. Toplum AB ve ABD'nin gerçek yüzünü gayet iyi bir şekilde anladı. Peki, ne oldu da AB ve ABD hakkında bilgilerde ne değişti ki geçmişte çözemediklerimizi birden görüverdik.

Ülkemizde Avrupa Birliği hakkında tam manasıyla bir riyakârlık ve cehalet hüküm sürmektedir. Bir yanda derin bir bilgisizlik ve diğer yanda da bilinçli olarak bir yanlış bilgilendirme rüzgârı alabildiğine esmektedir. AB işbirlikçisi bu zavallı ve acınacak insancıklar için AB, hayallerinin ülkesi ve cennetin ta kendisidir. Türk milletine karşı kafasında gizli birtakım düşmanlıklar bulunan ve içten pazarlıklı bir kısım ise, korkunç bir lobicilik gayreti ile toplumumuzu bilinçli ve maksatlı, haince bir yanlış bilgilendirme bombardımanına tâbi tutmakta, kitlelerin uyanmasını önlemeye ve millî reflekslerini köreltmeye çalışmaktadır.

Bütün bunların yanında bir başka şaşırtan yan ise, senelerce milliyetçilik ve din gibi halkın saf ve temiz duygularını sömürerek bunu kendilerine geçim kaynağı yapan birtakım kişilerin, şu anda, Avrupa Birliği lobicileri ile yan yana bulunmalarıdır. Bu gurup, muhalefette iken Batı'yı yerden yere vurmakta tereddüt etmezken Avrupa Birliğinden aldıkları ilhamla Batılılardan daha fazla batıcı olmakta hiçbir beis görmeyen din simsarlarının durumu. Çok komik bir durum aslında.
Avrupa Birliği, Churchill'in 1946'da yaptığı konuşmanın içinde belirtildiği şekilde, birbirleriyle kavga edeceklerine birlik olup tekrar sömürge bölüşümü yapabilecekleri bir projedir. Dikkat ederseniz artık açıkça ve ayan beyan söylüyorlar. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi, kendi varlığını kendi eliyle sonlandırması demek olan bir intihar politikasıdır. Tabi buna politika denirse. Bence bu ihanettir.

Türkiye'de tarih bilinci zayıflatılmaya çalışılıyor. Tarih çarpıtılarak öğretiliyor. Hâlbuki bir millet geçmişinden edindiği tecrübeler ile şimdiyi yaşarken, ulusunun geleceğini, ataları tarafından atılmış sağlam temeller üzerine inşa eder ki ne olduğunu bilsin. Ulus bilincini ve gelecek varlığını ve neslini korusun.

Fakat buna karşı Avrupa'nın Hıristiyan kimlikli milliyetçiliği Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ ve uzay çağı boyunca devam etti ve üstü küllenmiş bir kor ateşi gibi yanmaya hazır bir şekilde alesta bekletildi ve kendi milliyetleri adına da olsa Avrupa'nın birleştirilmesi fikri her Hıristiyan Avrupalının kafasında daima canlı kaldı.

ABD ortaya çıktıktan sonra artık hiçbir Avrupalı ülkenin tek başına Dünyaya hükmetme şansının olmadığının görülmesi üzerine, Birleşik Büyük Avrupa siyasî temelinin ortamı bu suretle atılmış oldu. İşte, Avrupa'nın ulaşmış olduğu şu anki Avrupa Birliği, yalnızca bir ara geçiştir ve asıl amaç ise, emperyalist karakterli bir Avrupa Birleşik Devletleri'dir.
Avrupa Birleşik Devletleri safhasına geçildiğinde ise ABD örneği gibi milletlerin, milliyetçiliklerin ve ulus-devletlerin ortadan kalkmasını ve çapı çok büyümüş yeni bir sistemin yaşama geçirilmesini öngörmektedir. Şu anda adını hatırlayamadığım ABD'li bir politikacının söylediği gibi,"vatandaşlık bir hak değil devlet tarafından verilmiş bir şanstır" gibi fikirleri barındıran saçmalayan bir sistem.

Böyle bir politik oluşum içerisinde Türkiye'nin ve Türklerin yeri nerede olabilir?
Her şeyden önce kafamıza iyice sokmak zorundayız ki, Avrupa Birliği, Hıristiyan Avrupa projesidir ve tamamıyla Avrupa'ya aittir. Avrupalılık ölçütlerini ise, bizdeki yalaka Avrupa beslemelerinin bütün iddialarına karşı, biz Türkler veya bir başka millet değil, Avrupalılar koyar. Seni söz sahibi yapmaz. İşte etnik ayrılık senaryosunu bunun için sahnelemeye çalışıyorlar.
Avrupa, Yunan ve Roma ile başlar, Hıristiyanlık ile devam eder. Winston Churchill'in, "Avrupa, Hıristiyan imanının ve Hıristiyan ahlâkının çeşmesidir" diyen söylevini neden anlamaya çalışmıyoruz?

AB'nin, Avrupa Birliği'nin dışındakilere bakışı ve onlarla ilişkisi, Eski Roma'nın Roma vatandaşlarına bakışı ile işgal edip yönettiği ülke halkına bakışı ve ilişkisi ile aynıdır. Türkiye'nin 1600 yıldan beri Avrupa'yla kavgası vardır. Avrupa Yunan ve Roma ile başlayıp Hıristiyanlık ile geliştiği için, Yunan'a ve Roma'ya karşı duran ve Hıristiyanlığa zarar veren herkes, Avrupa'nın amansız düşmanıdır. Artık anlamalıyız ki, Avrupalı, bize baktığı zaman, karşısında, H âlâ, Asya'dan gelmiş, dini başka, dili başka, kültürü başka yüzlerce yıllık hasmını görüyor.
Avrupalıya göre, Türkiye'nin Avrupa Birliği, içerisinde yeri yoktur. Türkiye'nin AB'ye girmesi, Türklerin Asya'dan çıkıp Anadolu'yu yurt tutmasından beri geçen son bin yıllık kazanımlarını kendi elleriyle sona erdirmesi, Türkiye Türkleri ile birlikte Batı Türklerinin tarihinin de bitirilmesi demektir. Bu durum, Bizler için olduğu kadar Azerbaycan ve diğer Türk devletleri içinde bir intihar projesidir. Bakın ABD oralarda yıllardır cirit atıyor.

Türkiye'de yaşayan herkesin emperyalizme karşı durabilmesi için, emperyalizme ve emperyalistlere karşı Dünya'nın örneksiz tek kalesi olan Mustafa Kemal'in ülkü ve devrimlerine sıkı sıkıya sarılması, iyice öğrenmesi, Atatürk değerleri ve fikirlerini geliştirerek, çağın koşullarını özümseyerek ama ana fikrini değiştirmeyerek sahip çıkması gerekir.

Necmi ÖZNEY

Amerika'dan aşağı Kasımpaşa

Genel Kurmay Başkanlığı'nın Irak'ın Kuzeyinde Türk askerlerine silah çekildiği ve bunun karşılıksız kalmayacağı yönündeki açıklamaları Amerika'da kaygıyla karşılanmış. Amerikan Savunma bakanı hazretleri Türkiye'ye itidal çağrısında bulunmuş. Küstahlığa terbiyesizliğe bakın. Ama adam haklı onlardan emir almadan nerdeyse sağımızdan solumuza dönemeyecek bir duruma getirildik.

İki sene kadar önce Amerikalı bir yazar, yine benzer bir olayda iki ülke ilişkilerinin giderek kötüleştiğini; bunun en büyük sebebinin ise ulusal Türk basınında Amerika'yla ilgili çıkan komplo teorileriyle dolu haberlerin olduğunu iddia etmişti. Amerikan karşıtlığının durdurulmaması halinde Türkiye'nin kendisini Amerika'da dostsuz, Avrupa'da dışlanmış bulacağını yazmıştı, bu durumda da Türkiye'nin ikinci sınıf, dar görüşlü, paranoyak ve marjinal bir ülke olacağını ifade etmekten çekinmemişti. Bu yazı Washington'un Ankara'ya mesajı mı sorusu sorulunca da, Yazar yaptığı açıklamalarda evet bu böyle demektir diye açıkça ifade etmişti.

Türkiye'nin içine düştüğü her siyasi istikrarsızlık döneminde Amerikalı siyasi gözlemcilerin ilk yorumu ikili ilişkilerde ufukta yeni bir gerilim sürecinin başladığı oluyor. Son olarak önce Amerikan jetlerinin Türk hava sahasını ihlal etmesi, ardından da Kuzey Irak'taki hareketlilik aynı sonucu verdi. Ben buna gerilim filan demem açıkça düşmanlık sergilemek derim.
Her ne kadar Amerikalı yetkililer F-16'ların Türk hava sahasına girmesinin bir yanlışlık olduğunu söyleseler de, biz bunun Türkiye'nin Kuzey Irak'a olası operasyonun sıkça dillendirildiği bir döneme denk gelmesini Washington'dan yapılan bir tehdit mesajı diye almamız gerekir. Şişhaneden aşağı Kasımpaşa deriz geçeriz ama muhatabın mert değil ki.
Amerikalılara göre, ikili ilişkilerin kötüleştiği zaman, kendi çıkarlarının tehlikeye girmesi ve yaptıkları sömürü planlarının aksadığı zamandır. ABD işgal güçlerine karşı vatanlarını koruyan Irak halkı Amerika için teröristtir ama kendi güdümündeki işbirlikçisi PKK katilleri terörist değildir. Tabii kendi işlerine geldiği sürece.

Evet, Türklerin Amerikalılara karşı hisleri oldukça olumsuzdur, Türkiye'de her zaman ve her konuda ve şimdide seçim döneminde Amerikan Elçilerinin iç işlerimize burun sokması Türk halkının gerilmesinde bence en büyük unsurlardan biridir. Çünkü kendini Türkiye'nin müttefiki diye pazarlayan Amerika, işbirlikçilerine güvenerek Türk halkını enayi ve aptal yerine koymaya çalışıyor. Türk halkı bütün bu oyunları anlayacak ve buna karşı kendi duruşunu ve tedbirini alacak bilinç ve güçtedir.

Amerikan yalakası, sözde Türk basını gibi görünen işbirlikçi medyanın halkın beynini yıkama çalışmaları her zaman hüsrana uğramaya mahkûmdur. Ama salaklıklarına söylenecek bir söz yok. İçinde yaşadıkları toplumu hala tanıyamamışlar.

Şehrin tam ortasında, Şişhane'de konsolosluk vardı ya. Kasımpaşa'nın yolu oradan geçer. Nerden geldi şimdi aklıma bu cümle Yazı başlığı bile etkilenmiş

Necmi ÖZNEY

Emperyalizme karşı Türk milletinin duruşu

Bugün Türk halkı ve Türk devleti arsız ve hayâsız emperyalizmin saldırısı altındadır. Bütün şiddeti ile Türk halkının ulusal varlığına, birliğine, bütünlüğüne ve topyekûn Türkiye Cumhuriyeti'ne saldırılıyor. Bu emperyalist saldırıya dur demesi gerekenler, ülkemizin birlik ve bütünlüğünü koruması gerekenler halkın beklediği tepkiyi veremiyorlar. İşte durum böyle olunca da Atatürkçü Türk halkı yaptığı Cumhuriyet mitingleri ile devletini savunma içgüdüsünü ortaya koyuyor.

Yurdunu seven her insan gibi, Atatürkçü düşünceye sahip ve Atatürk devrimlerine bağlı olan millet çoğunluğunun, anti-emperyalist bir tavır içinde olması normal bir sonuçtur. Dini siyasete alet etmek ve halkı etnik ayırımlara tabi tutmak ne maksatla yapılırsa yapılsın, bugünün Dünya siyaseti içinde yalnızca emperyalizme hizmet etmek demektir. Bugünün Dünyasının politik çıkar gerçeğinin ise, emperyalist devletler ve yandaşlarının kendi ulusal devletlerini ve ekonomilerini güçlendirirken, sömürgeleştirmek istediği hedef ülkelerin ulus bilincini ve ulusal devletlerini yıkmak olduğu açıkça görülür. Hedef devletlerin direniş noktası da, kanlarını ve canlarını ortaya koyarak ulusunu ve devletini savunmaktır. Emperyalizmle hiçbir konuda uzlaşma veya pazarlık olmaz. Emperyalizm şart dinlemez ve uzlaşmaz. Her türlü kahpeliği ortaya koyarak emeline ulaşmaya çalışır. Bu anti-emperyalist direniş düşüncesi içinde yer alan vatandaşların, emperyalizmin saldırısı karşısında bütün vatanseverlerin aynı cephede birleşmesi gerekliliğinin bilincinde olmaları lazımdır. İstiklal savaşına baktığınız zaman, Türkün topyekûn direnişini görürsünüz. Bu direnişin ortak noktası, anti-emperyalizm ve ulusal birliktir. Bugün şekil değiştirmiş hatta AB kılığına girmiş dahi olsa yapılan saldırının niteliği aynıdır, Haliyle gösterilecek direnişin şiddetinin de aynı olması kesin olacaktır. AB'yi, ABD'yi ve onların işbirlikçilerini korkutan da, işte bu bilincin hızla yükselişidir.

Türk halkının vatanseverleri, bunu biliyor, bunu görüyor ve bu bilinci yaygınlaştırmaya çalışıyor. İşte bazıları bu yüzden, Kemalizm ve Kuvayı Milliye düşüncesi önderliğinde gelişen Ulusalcı akımının önünü kesmeye çalışıyor ve Ulusal düşünceyi Nazi türü bir milliyetçilik ile aynı kefede tartıp, ulusal akımı kötülemeye çabalıyorlar. Bu davranışın iki açıklaması vardır.

Bunlar, artık ya kesinlikle iflah olmaz işbirlikçi taifesi, ya da, Bu durum içinde keselerini doldurmayı düşünen, benden sonra tufan diye düşünen kişilerdir. Türk halkının emperyalizm ile savaşına karşı çıkmaya çalışan, Mustafa Kemal'i ve devrimlerini unutturmaya çalışan bu kişiler tarihin çöplüğüne atılmaya mahkûmdur. Giderek daha duyarsız, daha kaba, daha dayatmacı yöntemler kullanan ve bu halkın içinden çıkan, onun fakrı zaruret içinde verdiği nimetlerden yararlanan fakat kendini bu halkın dışında ve üzerinde görenleri görüyor Türk halkı. Bu ihaneti görüyor. Ve tepkisini ortaya koyuyor.

Ne mutlu Türk'üm diyene sözü, durduk yerde ve laf olsun diye söylenmiş bir söz değildir. Türkler binlerce sene devlet yönetmişler Dünya'ya hâkim olmuşlardır. İşte psikolojik savaşın ilk adımı, Türkün kendine olan saygısını ve özgüvenini yok et, öz kimliğinden uzaklaştır ve kendine yabancılaştır. Bu duruma getir ki kendini şaşırsın. Böyle bir halkı yönetmek, bölmek, malını çalmak çırpmak daha kolay olsun. Emperyalizm ve işbirlikçileri, bu yöntemi hep uygulamışlardır ve halende uygulamaktalar. Osmanlı'nın son dönemlerinde olduğu gibi, bugün de bu politika uygulanmaktadır. Türk halkı böyle zamanlarda ıvır zıvır işlerle uğraştırılır ki olayları muhakeme edemesin. Türkiye son zamanlarda, sıcak para politikalarının, dış borçların, Batı'nın işbirlikçisi ve kendini halktan çok AB ve ABD'ye bağlı hisseden hükümetlerin eseri olmuştur. Fakat Türk milleti ve Kemalizm bunca baskıya, Maddi ve manevi zararına rağmen, dimdik ayaktadır. AB'nin, ABD'nin baskılarına ve onların Truva atlarına metelik bile vermez. AB ve ABD'nin demokrasi ve insan haklarıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığını, bu kavramların emperyalizmin hedefi olan ülkelerin dağıtılması için kullanılan araç olduğunun bilincindedir.

Demokrasi ve insan hakları, bir ülkenin öz çıkarıyla uyuştuğu zaman anlam ve değer kazanır. Türkün genlerinde zaten bu kavramlar vardır. Avrupalı ülkeler ve ABD, ne zaman, hangi milleti, hangi ülkeyi kalkındırmışlar? Nerelere demokrasi götürmüşler? Tarihte bir örnek var mı? Ama gittikleri yeri kuruttuklarının ve sömürdüklerinin bir sürü örneği verilebilir.

Türkiye Cumhuriyeti'ni parçalamaya yönelik bu emperyalist saldırıya karşı, Türk halkı bizzat ve hemen milli gururunu, milli kişiliğini, kendine olan saygısını ve yurdunu korumakla görevlidir. Bunu yapmak yerine, AB'den, ABD'den aferin almak uğruna, onların sözcülüğünü yapanları destekleme gibi bir görevi yoktur.Bütün olumsuzluklara karşı muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Necmi ÖZNEY

Büyük Ortadoğu Projesi ve Amerikan maliyesinin finansmanı

Amerika çok üreten bir ülke. Dolayısı ile Dünya'nın en büyük tüketen toplumu da bu ülkede yaşıyor. Bu durum Dünya ekonomisine bir şekilde yansıyor normal olarak. Amerika'da ki tüketim harcamalarının artışı Dünya ticaretinin ve ekonomik büyümesinin temel kaynağı olmayı sürdürüyor gibi görünüyor. Ülkemizde de görüldüğü gibi Amerikan şirketlerine ait her marka ve her türlü mal anlaşmalı olarak Çin'de ve uzak doğuda üretiliyor. Örnek olarak bundan birkaç sene önce bin YTL civarında olan lazer yazıcı fiyatları nerdeyse yüz YTL civarına düştü. Hatta yaptığım alışveriş sonucu elimde bedelsiz aldığım üç adet yazıcı fazlalığı bile oldu. Durum bu şekilde olunca Dünya'nın dört bir yanına fiyatlar bu şekilde yansıdı.

Tabii olarak aynı sonuç Amerika'yı da etkiledi. Amerika'nın tükettiği malların başlıca tedarik ve üretim yerleri ise Çin merkezli Uzakdoğu bölgesi. ABD bu bölgeyle ve diğer ticaret yaptığı ülkelerde dış ticarette büyük açık veriyor. Fakat ticaret yaptığı ülkelerin merkez bankaları ülkelerinde biriken dolar fazlasını ister istemez tekrar ABD borsasına yönlendirdiklerinden bu büyük açık Amerika ile ticaret yapan ülke paralarına karşı henüz bir dolar kur ayarlaması ihtiyacına yol açmadı. Fakat ekonomi kurallarına göre bu denge çok kırılgan sonuçlara yol açabilir. Şu anda Amerikan devlet tahvili portföyünün üçte birinden fazlası dış ülkelerin, bu miktarın yarıdan fazlası da Japonya ve Çin'in elinde. Resmi rezerv olarak Japonya'nın elinde yaklaşık 950 milyar dolar, Çin'in elinde 750 milyar dolar kadar, Güney Kore'nin elinde ise 350 milyar civarında dolar bulunuyor. Çark şu şekilde kurulmuş ve şimdilik bu şekilde dönüyor. Bu ülkeler şayet ABD'ye mal satmayı sürdürmek istiyorlarsa bu rezervlerini her geçen gün yeni alımlarla arttırmaları gerekiyor. Yani yaptıkları Amerika'ya mal satıp karşılığında kâğıt parçası almak.

Amerika bu dünyanın en büyük ekonomik gücü olsa bile, devamlı büyük bir bütçe açığı ve büyük bir cari açık veriyorsa er geç parasının değeri düşer ve tahvillerinin ödenebilirliği sorgulanır hale gelir. Yani günün birinde yeşil dolarları ve kıymetli tahvilleri gerçekten kâğıt parçasına dönüşebilir. Bu yüzden Uzakdoğu ekonomileri bugün aslında büyük bir ikilem ve tedirginlik içinde. Bunun argoda ki adı, elini verip kolunu kaptırmaktır. Eğer ABD, ekonomisindeki açığı yakın zamanda kapatmayı başaramazsa bu ülkeler Amerika'ya sonsuza kadar kâğıt karşılığı mal satamazlar. Aksi takdirde günün birinde ellerinde biriktirdikleri yüzlerce milyarlık dolar bazlı finansal kâğıtlar paçavraya dönebilir. Dolayısıyla bugün ABD ve Uzakdoğu arasında gördüğümüz ticaret oyunu, daha doğrusu dolar ve kâğıt dolaşımı geçici ve kısa vadeli bir çözümdür. Sürekli kalıcı olması imkânsızdır.

ABD'nin Bu çıkmazdan 1930 senesi benzeri bir krizle elindeki devasa sermaye stokunun değersizleşmesi, kısmen yok olması dışında kesin bir ekonomik çözüm yoluda pek görünmüyor. Çünkü bu şartlar altında yalnız ABD'de değil, Bütün Dünyada bile böyle bir sermayenin tamamının yatırıma dönüşmesi durumunda ortaya çıkacak üretimi eritecek boyutta bir talep yaratmak mümkün değil. Fakat ABD'li ekonomistlerin, ABD ekonomisinin böyle bir yıkıma doğru sürüklenmesine seyirci kalması da söz konusu olamaz, çünkü hızla büyüyen Çin bu durumda kısa sürede Dünya'nın bir numaralı gücü haline gelir ve ABD'nin Dünya karizması bir daha geri gelmemek üzere çok kötü bir şekilde çizilir.

Görüldüğü gibi kendisini Dünya'nın süper gücü sayan Amerika aslında ekonomisinin bu yapısal sorunları nedeni ile köşeye yarı yarıya sıkışmış durumda. Ekonomik sıkışma yetmezmiş gibi bir de başta Çin ve Rusya olmak üzere Amerika'nın Dünya jandarmalığını sorgulamaya hazırlanan siyasi-askeri rakipler de boy göstermeye başladılar.

İşte bu durum Amerika'yı çok büyük riskler içeren, gerçekleştirilmesi ise pek mümkün görünmeyen Büyük Ortadoğu Projesine yönelten olayların başka bir boyutu. İçinde bulunduğu bu kötü durum ABD'yi böyle riskli bir hareketler zincirine zorladı. Bush'un karakterini, akıl yapısını bilen Amerikan politik çevreleri bu zorunluluk sonucunda bu planı uygulayacak kadar gözü kara ve katil ruhlu bu ekibi toparladı ve iktidara getirdi.

ABD yapısal ekonomik sorunları sebebiyle Dünya liderliğini kaybedeceğini gördüğü için, bu durumu önlemek için planını yaparak Dünyanın bütün petrol ve doğal gaz kaynaklarını kendi tekeline alıp başta Çin olmak üzere kendisine rakip olabilecek bütün güçleri denetleyebilmek amacıyla Büyük Ortadoğu Projesini tasarladı. Afganistan'ın ve Irak'ın işgali projenin ilk iki adımı olarak vahşice ve canice atılmış oldu. Irak'ın kısa sürede işbirlikçi Kürtlerle birlikte denetim altına alınıp Irak petrollerinin işletilmesiyle hem savaş masraflarının karşılanması, hem de ABD'nin bütçe açığı ve cari açığının kapatılması planlanmıştı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı bu hesap tutmadı kırmızı bakiye verdi. Irak'ta direniş beklenenin üzerinde oldu ve petrol kuyularının ancak bir kısmı işletilebildi. Bu durumda savaşın bütçeye getirdiği yük de beklenenin çok üstüne çıktı, bütçe açığı ve cari açığın artışı hızlanmış oldu. Bunun sonucunda uluslararası finans piyasalarında Euro-dolar değerlemesi 1.45'e kadar tırmandı. Uluslar arası finans piyasalarında rakamlar ve bilânçolar kadar, psikolojik etkenlerde öne çıkar. Bu yüzden bilânçolardaki ve gelir tablolarındaki rakamlara fazla bel bağlamak ve inanmak her zaman doğru olmayabilir. Bununla beraber dolar-Euro oranındaki 1.45 seviyesi önemli bir seviyedir. Amerikalı iktisatçılar genelde doların değeri 1.30'un altına düşerse yabancı merkez bankalarının ve özel yatırımcıların ellerindeki dolar cinsi kâğıtları satmaya veya en azından yenisini almamaya başlayacakları düşüncesinde. Bu şu anda Amerika'nın başındaki dert ekonomik bir felaket senaryosu. Bu durumda ABD cari açığını finanse edemez ise, derin bir ekonomik durgunluk ve kitlesel işsizliklerle karşılaşabilir. Bu da Amerika'da ki haydut iktidarın ve Amerikan Dünya jandarmalığını sürdürme hayallerinin sonu olur.

Dolayısıyla ABD'nin, BOP'u hızlandırmaya ve hala ısrarla üzerinde çalışmasını ve bu yönde İran üzerindeki baskıyı arttırmasını ve Türkiye'ye yönelik, Amerikan aleyhtarlığına son verin baskısını da aynı çerçevede görmek ve BOP'un kilidi olması planlanan bir kukla Kürt devletinin tanınması talebi olarak algılamak lazımdır. Küreselleşen dünyada Uzakdoğuluların dolar satışları, uzak bir ihtimal ama Türkiye'ye ve Türkmenlere yönelik bir savaş tehdidi olarak ta yansıya bilir.

Amerika hiçbir zaman herhangi bir devletin müttefiki olmamıştır. Bırakın Türkiye'yi İngiltere'nin bile olmamıştır. Çıkarları yönünde müttefik gibi görünür. Amerika'ya sadık köpek lazımdır. Bakın İngiltere'nin Irak rolüne bahşiş aldı o kadar.

Türk halkı şimdiye kadar kimseye kulluk etmemiştir ve etmeyecektir. Fakat devşirme yönetimler sayesinde Amerikanın pis oyunlarına alet edilmek istenmiştir. Arkadaşlar şimdiye kadar olduğu gibi tek bir çıkış noktamız var.

Atatürk'ün fikir ve devrimlerine sahip çıkmak ve onları kendi yaşamımız ve ülkemiz politik ve ekonomik yaşamına uygulatmak. Bizim başka bir şeye ihtiyacımız yok. AB si de IMF si de onların olsun.
Ne ABD ne AB ne de IMF, ekonomik ve politik olarak tam bağımsız Türkiye.

Necmi ÖZNEY

ABD emperyalizmi ve kıyamet savaşının tetiklenmesi

Amerikan emperyalizmi, Amerikalı yöneticilerin evangelist inançlarının ana başlık olarak ikiye ayrılmasının verdiği bir sonuçtur. Birinci ayrımda görünen bölümde, Dünya’da ki enerji, su ve ana hammaddeler bulunan bütün memleketler kontrol altına alınmalıdır. Çünkü bu maddeler, ABD tarafından Amerikanın malı olarak görülmektedir. Bu düşünceye göre eninde sonunda, o veya bu şekilde Amerika bu yerlere el koyması gerekir. O zaman gelinceye kadar ise, enerji ve su kaynaklarının bulunduğu bölgelerin güvenliğini koruma altına almak ABD’nin ana amacı, görevi planıdır. Bu planlar Dünya’nın herhangi bir yerinde uygulamaya konulduğu zaman, hedef ülkede yaşayan halkın değerleriyle ustaca harman edilerek, iç işbirlikçiler tarafından kotarılarak sunulur ve halkın ne olduğunu anlamadan destek vermesi sağlanır. Tabii olarak ABD’nin emperyalist planlarına destek verecek olan ve ABD tarafından seçilmiş yerli işbirlikçiler politik arenada ve şimdiki moda tabiri ile sivil toplum kuruluşlarında yerlerini ve ezberlerini almış olmaları gerekir. Gerisi ise yaşadığımız coğrafya ve tarih dilimi içinde görmüş olduğumuz olaylar gibi gelir.

İkinci olarak görünen, Dini bağlamda evangelist düşüncenin Siyonist düşünce ile birleşmesidir ki, bu da sınırları belli olamayan bir coğrafyanın Allah tarafından kendilerine vaat edilmiş ve verilmiş olduğuna inanmalarıdır. Bu inancın içinde kendilerinin seçilmiş, diğer milletlerin ise yaşama hakkı bile olmayanlar, hatta öldürülmeleri sevap olan milletler olduğu inancına sahip olduklarını bilmek gerek.

Evangelist inancın ana çıkış noktası Armagedon yani Allah’ı kıyamete zorlamaktır. İnançlarına göre, o gün çok yakın bir zamanda gelecek ve insanlık kıyamet savaşına zorlanacaktır. Bu zorlama kesinlikle evangelistler tarafından yapılmalı ve Allah’a bırakılmamalıdır. Amerikan ordusunun Dünya’nın dört bir tarafında olması demek, o an geldiği zaman bulunduğu yörelerde savaşı başlatmak ve önünde olan milletleri yok etmesi demektir. Sakın bunu bir teori ve kurgu olarak algılamayın. Teke tek, tarafımdan evangelist bir kişi ile konuşulmuş ve tartışılmıştır. Türkiye de evangelist ve Siyonist taifeden kişiler bol miktarda vardır bunun da bizler tarafından çok iyi bilinmesi gerekmektedir. Bu olgu Türk milleti tarafından iyi öğrenilmeli ve tedbirleri ince detaylara kadar alınmalıdır.

Çok güncel bir durumu yani küresel ısınmayı ve Dünya kirlenmesini düşünelim. Bu durum karşısında dahi Evangelist inanış herhangi bir tedbir alınmasını istememektedir, niçin biliyor musunuz? Yakın bir zamanda zaten kıyamet savaşı çıkacak. Dünya zaten mahvolacak. Zaten istediğimiz bu. Niçin düzeltmeye çalışalım. Dünya mahvolsun kendileri dışındaki insanlık zarar görsün. Onlarda yeni düzeni, yani altın çağı başlatsınlar. İşte böyle sapık ve yobaz bir inanış ve düşünce yapısına sahipler.

Peki, bu arada bizim yobazlar ne yapıyor bu fikirlere nasıl cevap veriyorlar.
İçinde yaşadıkları milleti tarikatlara, etnik yapılara ve akla gelmeyen türlü şekiller de bölmeye, parçalamaya çalışıyorlar. İslamiyet’in içine türlü hileler ile önce israiliyat karıştırdılar. Yetmedi şimdide dinler arası diyalog, ılımlı İslam gibi pislikleri sokmaya çalışıyorlar. Yahudi’nin kabalasını Kuran’a uydurmaya, harflerle uğraşıp manalar çıkarmaya yöneldiler. Adam Amerika’da dolarlara gömülmüş yaşıyor. Türkiye’yi, milli ve dini olarak bölebilmek için ta oralardan buralara yetişiyor. Amerikan emperyalizminin bölgemizdeki adı olan BOP projesine sahip çıkıyor. Millet kavramını yok etmek babında ne melanet gerekirse yapıyorlar. Bunların aç gözlü ve pis nefislerini doyurmak için, Amerikan emperyalizminin her dediğini yerine getirerek ona şirin gözükmek, dalkavukluk yapmak, pis amaçlarına ulaşmalarının tek yoludur. Bakın dini duyguları istismar ederek halkın paralarını nasıl iç ettiler. Var mı bir hesap soran? Haram tatlı geldi adamlara. Ağızlarını şapırdata şapırdata yediler.

Bakın bu adamlar Büyük Atatürk’ü unutturmaya çalışıyorlar. Çünkü Atatürk emperyalizmin her türlüsüne karşı çıkmış, direnmiş ve emperyalizmi yenmiş tek liderdir, onun için. Milletine bıraktığı ülkü ve eserleri topla tüfekle yıkılmaz, onun için. Hala, bulunduğu cennetten, milletine fikirleriyle kol kanat gerdiği için. Bu işbirlikçi yobaz takımı bunun çok iyi bilincindeler. Yalnız bir şeyin farkında değiller. Çakı gibi Altmış üç milyon Atatürk neslinin neler yapabileceğinin farkında değiller. (Yedi milyon hain ve şakşakçı taifesi varmış onları çıkarttım hesaptan) Atatürk evlatları yurtları ve milleti için can ve kan hesabı yapmaz. Artık bununda bilincine varmışlardır zannediyorum.

ABD ve işbirlikçileri pis emellerine varmak için her türlü yolu bundan sonrada deneyeceklerdir. İnsanlığı, yaşadıkları ülkenin kanunlarını ve Cumhuriyet ilkelerini hiçe saymaya devam edeceklerdir. Buyursunlar etsinler. Biz de bayrak elimizde Atatürk ilke ve devrimlerini korumaya devam edeceğiz.

Bir canımız var verecek. Bu da böylece biline.

Necmi ÖZNEY

ABD, İsrail, Orta Doğu ve gizemli yakın tarih

ABD Dünya’nın politik düzenini nasıl yönlendirdiği ve nasıl yönlendirebileceği hakkında bir fikir sahibi olabilmek için kısa bir yakın tarih incelemesi yapalım. Amerika Dünya’nın herhangi bir ülkesinde bir siyasi karışıklık üretmek için, bazı durumlarda 100 yıl, 50 yıl ve 25 yıl öncesine dayanan çalışmalar yapar. Bu gün düşmanlık içinde olan İran, İsrail ve ABD ilişkileri şah zamanı gayet iyiydi ve büyük bir siyasi işbirliği vardı. İran, bölgedeki devletler içinde ABD’nin en güvenli müttefiki idi. Hatta İran 1948'de yeni kurulan İsrail'i ilk tanıyan ülkelerden biri oldu. 1958'de de bu dostluk o kadar ileri gitti ki İran İsrail ile ortak savunma ve genel istihbarat konularında işbirliği anlaşması imzaladılar.

Yine 1958’de, Şah'ın desteği ile İsrail ajanları, İran'daki üsleri kullanarak Kuzey Irak'taki Kürtleri silahlandırmaya ve eğitmeye başladı. Amaç, İki ülkenin de ortak düşmanı olan Irak'ta istikrarı bozmaktı. Daha eski tarihlere gidilir ama yazıyı fazla uzatmamak için 1958 yılını temel alalım. ABD ve İsrail’in, Orta Doğu’da tek devlet gibi hareket ettiği açıkça meydanda. Yedi yıl kadar süren İran Irak savaşını da görmezden gelelim. Amerikan Irak savaşı planlaması en az elli yıl evvel yapılmış. ABD’de kim veya hangi parti iktidara gelirse gelsin, gelişmesi gereken Dünya barışı göz ardı edilmiş ve pis planları daha da gelişerek yeni kuşağa iletilmiş. İşte Amerikan vahşeti bu. Zaten şimdiye kadar insanlık için iyi bir planları olmadı ama hain planlarının kırmızıçizgileri gelişerek daha da kalınlaştırılmış, eksikleri giderilmiş.

Yapılan bu plan çerçevesinde İsrail-Kürt işbirliği o kadar iyi uygulandı ki, İsrail 1967'de Mısır, Ürdün ve Suriye'ye saldırdığında peşmergeler de Irak ordusunu meşgul etmek için bölgelerindeki Irak askerlerine saldırdılar. PKK’nın da planlanması ve kuruluş çalışmalarının bu yıllarda yapıldığı biraz derin ve objektif yakın tarih incelemesi yaparsanız görürsünüz.
Kürt lider Molla Mustafa Barzani 1967 ve 1973'te İsrail'i ziyaret edip Kürt-İsrail dostluğunu daha da pekiştirdi. Bu tarihlere kadar ismi pek ortalarda görünmeyen ABD, İsrail ve Irak Kürtleri ile 1973'te Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütü CIA ile bu işbirliğine katıldı. CIA ajanları, Kuzey Irak'ta, İran üzerinden Irak Kürtlerine gelen askeri malzemenin akışını koordine etmeye başladılar. Bu malzemelerin mühim bir miktarının da PKK’nın kullanımına aktarıldığını bilmeyen yok.İran, 1975'te Irak ile barış anlaşması imzalayınca, tabii sonuç olarak Kürtlere yardımı kesti, bu da Irak'taki Kürt ayaklanmasının sonunu getirdi.

İsrail ise Kürtlerle yakın ilişkisini kesintisiz ve hızlandırarak sürdürdü. 1991 Birinci Körfez Savaşı'nın ardından Kuzey Irak'ta varlığını pekiştirdi ve CIA’nin yardımı ile iyice bölgeye yerleşti. İran ve Irak'taki Kürtleri ve Türkiye’de ise PKK’yı kullanarak her üç ülkede de istihbarat toplamaya ve kargaşa yaratmaya başladı.

Şu anda İsrail'de yaşayan 50.000 civarında Irak doğumlu Kürt yaşıyor. İsrail bunlar arasından seçtiği ajanlar aracılığıyla her iki ülkede, özellikle kitle imha silahları araştırması maskesi altında askeri istihbarat toplamaya başladı. Bu arada Türkiye'de olanca hızıyla devam ettirilen PKK terörü, İsrail için Türkiye’de işleri karıştırıcı bir katalizör oldu. Öcalan, İsrail'in hediyesi değil mi? İsrail'in Türkiye ile de 1958'de imzalanan işbirliği anlaşmasına kadar geri giden yakın ilişkileri var. İstihbarat paylaşımı da bu anlaşmanın önemli parçalarından biri. Örneğin İsrail, Rusya ve Azerbaycan istihbarat ağını Türkiye'nin yardımıyla kurdu.

İsrail’in, Kürtlerle ilişkileri fazla meydana çıkmasın ve bu yüzden Türkiye ile yaptığı işbirliği bozulmasın diye, Ankara ile göstermelik bir uzlaşmaya varıldı. Yapılan uzlaşmada Türkiye, İsrail'in Kuzey Irak ve İran'da Kürtlere dayalı istihbarat faaliyetlerini görmezden gelecek, İsrail de Türkiye'ye PKK ile ilgili istihbarat verecekti. Abdullah Öcalan Şubat 1999'da güya İsrail istihbaratının yardımıyla yakalandı. Zaten İsrail ve ABD’nin hesaplarına göre Öcalan’ın o an ki işlevi bitmişti. Yeni bir ek planla Türkiye’nin eline teslim edildi ama tekrar kullanılmak üzere. Farkındaysanız plan böyle kurulmuş. ABD ve İsrail artık Öcalan ile ilgilenmiyor gibi görünüyor ama bu işlevi şimdi AB yürütüyor. İki gün önce Merkel Apo’nun sağlığı hakkında bilgi istedi. yani yeni bir kullanım için rafta bekletiliyor.

İsrail'in İran'la ilişkileri mollaların iktidara gelmesiyle bozuldu. Ama İsrail ve ABD’nin hem Irak hem de İran Kürtleriyle ilişkisi eski sıcaklığında devam ediyor.Çok uzak ve zor bir ihtimal ama Kürtler Kuzey Irak'ta bağımsızlık ilan etmeye kalkıştıklarında, bize stratejik ortak diye yutturulan ABD ve İsrail Türkiye'nin mi yoksa Kürtlerin yanında mı olacak?
Peki, acaba şu anda kimin yanındalar ve yerli işbirlikçileri kimler?

Necmi ÖZNEY

IMF batakhanesi

1980 ve 1985 yılları arasında ABD ve AB ülkeleri yeni bir emperyalist sömürü planı üzerinde çalışmaya başladılar. Aslında çok daha evveline dayanan bir plandı ama ince ayarları bu seneler arasında yapıldı. Sömürü planının ana hedefi olan birçok gelişmekte ve az gelişmiş ülkelerde uygulamaya konması yaklaşık 1990’ları buldu. Bu planın ana hedefi, az gelişmiş ve gelişmekte olan devletlerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip olmak. Dünya genelinde ekonomik entrikalar sahneye koyarak bu ülkeleri pazar haline getirmek ve iktisadi olarak zayıflatmak ve bağımlı hale düşürmekti.

İlk elde SSCB’ni dağıttılar, lokmalara böldüler. Bunları yaparken Dünya halklarına şırınga edilen fikir, bağımsızlık ve milliyetçilik oldu. Zenginliklerine göz koydukları devletlerin başına kargaşa çorabını örmek içinde Taliban gibi örgütleri veya yerel ayrılıkçıları bela ederek kargaşaya soktular. Örnek olarak, Irak’ı İran’a ve İran’ı Irak’a karşı belli zamanlarda taraf değiştirerek destekleyip savaşlara sürüklediler. Türkiye’nin başına da PKK terörünü musallat ettiler. Asya genelini bilmem anlatmama gerek varmı.

Planın ikinci bölümüne geçildiği zaman az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, ABD ve AB için çalışacak daha doğrusu emperyalizmin işbirlikçiliğini yapacak yerel devşirmeler desteklenerek iktidarlara hazırlanmaya başlandı. Bu altyapı oluştuktan sonra, soygun ortamı hazırlanmış oldu. İstekler sıralanmaya başladı. Kafası çalışmayan politikacılarda bunların planlarını kendi parti programları ve kendi fikirleri gibi halka aktardılar. Emirler gelmeye başladı. Devlet sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaları kaldıracak, kamu kâğıtları, para piyasası ve borsa gibi finansal piyasalarını yabancı yatırımcılara açacak, eğer hala bu tür piyasaları yoksa hemen kurulacak, kamu işletmeleri en kısa zamanda özelleştirilecek.

Bu hareketin gelişmekte olan ülkelerdeki reklâmını da Dünya Bankası ve IMF yaptı. Türkiye'de 1985'de İMKB'nin kurulması, 1988’de alınan bir kararla Türkiye'nin dünyanın en serbest sermaye hareketleri rejimine sahip ülkelerden biri haline gelmesi, 1990'dan itibaren bütçe finansmanında iç borçlanmaya ağırlık verilmesi hep Dünya Bankasının aferimleri ile gerçekleşti. Şimdi Dünya bankasında görevli olan Derviş’in Türkiye de oluşunu hem de Türk hükümeti tarafından görevlendirildiğini hatırlayın. İşini bitirdi, yönlendirdi ve döndü.

Kapitalist sistemin ve emperyalist devletlerin istekleri tek tek gerçekleştirildi. İktisadın klasik arz talep ilkeleri uyarınca, sermaye bol olduğu, dolayısıyla faiz ve kar getirisinin düşük olduğu yerlerden, yani gelişmiş ülkelerden kıt olduğu gelişmekte olan ülkelere akacak, bu şekilde bu ülkelerin kalkınması hız kazanacaktı. Yeter ki sermaye hareketlerinin önündeki engeller kaldırılsın, emperyalist amcalarımızın önü açılsın. 1990'larda açılan bu finansal özgürlük yolu, Brezilya'da, Türkiye'de, Arjantin'de, Güney Kore'de ve orta gelişmişlik düzeyindeki ülkelerde benimsendi ve buralara gelişmiş Dünyadan akan yıllık sermaye hareketi 250 milyar dolarlar mertebesine ulaştı. Bunun önemli bir bölümü sıcak para denen kısa vadeli faiz kazancı ve kapkaçı arayan yatırımlar şeklindeydi.

Gelişmekte olan ülkelerin piyasalarına yönelik 10 yıllık yatırım akımının sonucu ne oldu diye baktığımızda, bugünler itibarıyla bu ülkelerin birçoğunun çok ağır borç yükü altına girdiklerini, dış politika ve iç politikada ağırlıklarını kaybedip yarı köle haline geldiklerini görüyoruz. Türkiye dışında kalan ülkeler borç ertelemeye gitmeyi dahi deneyerek kendilerini IMF kıskacından kurtarmaya çalıştılar ve % 90 oranında kendilerini kurtardılar. IMF’nin tek enayisi Türkiye kaldı anlayacağınız. Başka müşterisi de yok zaten. Arjantin’in, moratoryuma giderek bu ülkenin borç senetlerini satın almış olan yatırımcıları mağdur etmesi IMF’yi bundan sonra gündeme gelmesi muhtemel yeni moratoryumlara, yani ülke iflâslarına yönelik bir strateji geliştirmek için tedbir almaya yöneltti.

Borçlu devletlerin borçlarının yeniden yapılandırmasına ilişkin tedbirleri hükümetlere dikte edip kabul ettirmeye başladılar. İşin gülünecek tarafı ise sermaye hareketlerine sınırsız özgürlük isteyen IMF, tehlikeyi gördü mü bu özgürlüğün kısıtlanmasını isteyebiliyor. Türkiye’de yönetimler hala borç yiğidin kamçısıdır edebiyatı yapıyor. Aynı şey 1850 ler de başka şekillerde Osmanlı’nın başına geldi. Sonuç Osmanlı’nın parçalanması ve yıkılması oldu. Peki, bu borç yükü bir devletin ölümü sayıldı ise sonuçta ortadan kalktı mı? Hayır. Düyun-u umumiye kuruldu. Babalar gibi yapılan borçları, anamızı alıp gitmeden çatır çatır ödedik. Bana öyle geliyor ki yeniden Düyun-u umumiye hazırlıkları yapılmaya başlanacak. Nasılsa kimse kimseden hesap sormuyor. Dokunulmazlık zırhı var asil ve mavi kanlı şövalyelerimde. Aman ha, iyi küreselleşelim. Küreselleşelim ki neremizden nasıl şaapıldığımızı fark etmeyelim. Malumunuz Küre de ön arka yoktur.İstediğimiz an IMF ile ilişkimizi bitiririz gibi söylemler duymuştuk bir zamanlar. Aman sakın ha bitirmeyin ilişkileri. Biz çok alıştık öpülmeye. Müzminleştik, sonra ne yaparız.

Necmi ÖZNEY

Küreselleşmenin vereceği sonuç gerilemektir

Küreselleşme kelimesini duyduğunuz zaman yapacağınız şey, bu kelimenin ifade ettiği anlamın kimler için ne anlama geldiğini düşünmek olmalıdır. İlk elde emperyalist ülkeler açısından, sömürerek zenginleşmek anlamına gelir. Buna modern hırsızlıkta diyebiliriz.

Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından ise ekonomide ve kültürde küreselleşmenin anlamı, mal, hizmet ve sermaye piyasalarının emperyalist ülkelerin emrine sunulması demektir. Bu sunum işbirlikçi hükümetler ve işbirlikçi sivil toplum kuruluşları tarafından yapılır. Ekonomik olarak bu peşkeş çekişler yapılırken milli sermayenin esas sahibi olan halkın olayların farkına varmaması için yapılan kültür bombardımanı da bu işlerde yan sanayi olarak ortaya konur. En büyük tahribatı da bu kültür soykırımı yapar.

1980'lerden itibaren sömürgen gelişmiş ülkeler, azgelişmiş ülkelerle olan siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerini “küreselleşme” etiketi altında hedef ülke halklarına ve hükümetlere dikte etmeye başladılar. Küreselleşme onların anlatımına göre, gelişmiş ülkeler ile dünyanın geri kalmış ülkeleri arasındaki çeşitli alanlarda oluşan dengesizliği, geri kalmış ülkeler lehine çevirecek bir süreçti. Teknolojideki, özellikle iletişim ve bilgisayar teknolojisindeki gelişmelerin bu sonucu vereceği sömürülmek istenen ülke halkına, iç işbirlikçi kuruluşlar vasıtası ile takdim edildi, Bu büyük tarihi bilgi akışını temsil eden fikre ve bilginin yayılmasının karşı konulmasının imkânsız bir süreç olacağı iddiasıyla pazarlanıyordu. Devşirme işbirlikçiler de devreye girince maddi manevi yağma başlamış oldu.

Şimdilerde ülkemizde ekonomik ve kültürel her şey IMF'nin onayına sunuluyor. Artık bu işlere karışanlar ve her şeye burnunu sokanlar IMF ve onun kardeş kuruluşu Dünya bankasıyla da sınırlı değil. ABD si ve AB si tarafından istenen her adım atıldıkça Hazine, Merkez Bankası ve hükümet yetkilileri, ABD ve AB'de kapı kapı gezerek kendisine yabancı sermaye sıfatını koymuş birtakım şirketlere Milli Ekonomimizin değerlerini yok pahasına pazarlayıp aferin alıyorlar. Halkın isteği hiçbir şekilde göz önüne alınmıyor. Nasılsa icazet türlü politik oyunlarla dışarıdan sağlanıyor.

İçiniz acıyarak bunların satılmasına ne gerek vardı. Biz bütün bu kuruluşları çalıştıramıyor muyduk? Bunlar bizim ulusal servetimiz nasıl satıyorsunuz? Diye sorduğunuz zaman cevap hazır. Geri kafalı şoven milliyetçiler, sizin kafanız bu işlere basmıyor. Bunlar küreselleşmenin gereği! Evet, kafamız basmıyor. Bir türlü anlayamıyoruz. Adamlar para basan kuruluşlarımızı yok pahasına aldılar. Tabii ki belli bir sermaye yatırdılar. Elbette karlarını alacaklar. Bu mantıkla düşününce onların bir taksiratı yok. Biz kendimizi öpülmeye hazırlamış durumdaydık. Elbette öpecekler. Öptüler de, getirdikleri sermayenin üçte birini çoktan kendi ülkelerine aktardılar bile. Bu para yurdumuzda kalsa daha iyi olmaz mıydı? Yeni yatırımlar yapamaz mıydık?
Hayır yapamazdık. Daha doğrusu yaptırmadılar. Yerli büyük sermaye kendi atılımını yaptı. İthalat, montaj sanayi ve borsa ile kendi ekmeğine yağ sürdü. Dolar, daha çok ithalat yapalım diye düşük tutuluyor. Nasıl da gurur duyuyoruz TL kıymetli diye. Benim bu ihracat işine de pek kafam basmıyor ya. Sanki bir hayali işlemler furyası içindeyiz gibi. Sonunda davul tozu ve minare gölgesi çıkmaz inşallah.

Sonuç olarak küreselleşmenin, sömürülen ülke için, ileri adım atılan bir merhale değil, bir gerileme ve fakirleşme süreci olduğunu ve gerileme başlattığını gün gibi gördük. Ve bu durum giderek artan yeni sömürü şekillerine ulaşacak bir etki yaratacak gibi görünüyor. Aslında görünmüyor. Avazı çıktığı kadar bağırıyor. Hala görmemekte ısrar ediyoruz. İş işten geçmeden bu durumu görmek ve gereken tedbirleri almak lazım. Yoksa çok geç kalmış olacağız.

Necmi ÖZNEY

Atatürk ilkeleri ışığında mazi, ati ve laiklik

Hıristiyan papazlar bir araya gelerek, Hıristiyanlık için Büyük Görev’in icrası, yani yeryüzündeki herkesi İsa’nın mesajından haberdar etmek için küresel haberleşme ve ulaşım vasıtalarını daha etkili kullanma stratejileri konusunu görüşmüşler. Papazlar, önümüzdeki 20 yıl içinde Hıristiyanlığın bütün Dünya insanlarına tebliğinin tamamlanacağına, tebliğ tamamlandıktan sonra İsa’nın Dünyaya geri geleceğine ve dolayısıyla Dünyanın sonu için İlâhî planın tamamlanacağına inanıyorlar. Bu işlerde büyük paralar dönüyor. Bu avantadan yararlanmak için sayısız tarikatlar, televizyonlar, radyolar ve türlü yayınlar kurulmuş. Sırf avanta tezgâhları su yüzüne çıkmasın diye politikacılarda bu işlere sahip çıkmışlar. Bu yobazlıklarına, Sümerleri, Mayaları ortak edenler bile var.

İran’da nükleer enerji üzerinde ısrar eden Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad, bütün bu dönen işleri İsrail’in ortadan kalkması ve 12. İmam Mehdî’nin zuhurunun işareti olarak sayıyor. 2 yıl içinde mehdinin Tahran’da Dünya’ya geleceğini inanıyor. O da zamanı kısaltmış kendi kafasına göre mehdi bekliyor. Tahran Ahmedinejad tarafından milyonlar harcanarak, Mehdî için imar edilip, onun Dünya’ya zuhuruna hazır hale getirilmiş. Eh bekliyoruz bakalım, nereye gelirse.

Kudüs’te bazı Yahudi mezheplerinin inananları, kendi Mesihlerine yol açmak ve İslâm’ın en kutsal mabetlerinden Mescid-i Aksa’nın yerine mabet inşa edebilmek için Dünya’ya çaktırmadan çalışıyorlar. Tarikatların terzileri, hahamlar için beyaz ketenden cüppeler hazırlıyorlar. Kuyumcular mücevher işlemeli göğüs zırhları, gümüş borazanlar imal etmişler. Yapacakları mabedin temeli için 6,5 ton ağırlığında köşe taşlarını da hazır etmiş bulunuyorlar. Hatırlarsanız çok yakın bir geçmişte bizim hükümetten bazı yöneticiler Kudüs’e davetli olarak kazıyı kontrol için gitmişlerdi.

ABD’de vaizlik ve sığır besiciliği yapan bir zatı muhterem, eski ahit in sayılar bölümünde çok da açık olmayan bir emir ve tarifin icrası için bütünüyle kızıl tüylü ayıpsız bir inek sürüsü meydana getirmeye çalışıyor. Onun da maksadı, bir arınma şartı olarak ayıpsız, kızıl tüylü, inek kurban etmek ve Mesih’in gelişine zemin hazırlamak. Şu ana kadar yapılan bütün incelemelere rağmen ineklerinden sadece bir tanesi hahamlar tarafından gerekli vasıflara sahip görülmüş. Hahamlar, bütün aramalarına rağmen bu ineğin vücudunda siyah veya beyaz üç tane bile kıl bulamamışlar. Hazırda bir inek var şükürler olsun.

Eh, artık Millet bunlarla uğraşıyor ya biz ne yapıyoruz. Biz de boş durmuyoruz yani. Ağca’sından, mezarcısına. Mezarcısından İskenderine kadar bir sürü Mesih çıkarıyoruz. Adamlar kafayı yemiş. Hem de bayağı yemiş. Kimse kimseyi sevmiyor. Kimse kimseyi dinlemiyor. Hâlbuki din de doğru yol bir tanedir. Hakikat budur. Fakat hangisine sorsanız, doğru yol kendisininkidir. Başkaları da onun inandığı şeylere inanmalıdır. İnanmaz ise ona kesinlikle kurtuluş yok. Dahası hayat hakkı bile yok.

Şimdi bunları okuduktan sonra, Büyük Atatürk’ün ilkelerini düşünün, irdeleyin. 1900 leri göz önüne alın. 100 veya 200 sene sonrayı hayal edin. Atatürk’ün ilkeleri ışığında, mazinin ve geleceğin ne kadar çağdışı kaldığını göreceksiniz. Güneş balçıkla sıvanma.

Necmi ÖZNEY

Misyonerlik adıyla, Kore, Yakutistan ve Arnavutluk manzarası

İbretle okuyun ve günümüz Türkiyesi’nde yapılmak istenen, daha doğrusu yapılan oyunlar ile kıyaslayın. Kore daha 20 sene evvel Budist bir millet idi. Şimdi Hıristiyanlık ihraç eder duruma geldi. Budistler şimdi Kore de hem tehlike unsuru olarak, hem de ikinci sınıf vatandaş olarak görülüyorlar. Peki, Yakutistan’a ne buyurulur. Rusların yüzyıllarca uğraşıp ta yapamadığı değişimlerin nasıl yapıldığını hiç düşündünüz mü? Fethullah Gülen’in açmış olduğu ve İngilizce öğretim yapan Türk Okulu sayesinde şimdi Yakutistan’ın resmi dili İngilizce oldu. Çoğunluğu Şamanist olan yakutların dinsel durumlarını daha araştırmadım. Herhalde misyonerler planlarını yapıyorlardır. Biz şimdi Arnavutluğa dönüp bakalım neler oluyor, neler olmuş.
Arnavutluk, Avrupa’daki ilk Müslüman devlet olarak ortaya çıktığı 1913 yılından beri, Arnavut halkını Hıristiyanlaştırmak isteyen misyoner örgütler tarafından şiddetli ve sürekli bir saldırı altında tutuluyordu.


1990’ların Arnavutluk’u, Osmanlı Balkanlarından geri kalan Müslüman halkın Hıristiyanlaştırılması için çaba sarf eden birçok misyoner Hıristiyan teşkilatın savaş verdiği bir zemin haline geldi. Sırasıyla, Yehova Şahitleri, Ortodokslar, Katolikler, Evangelistler ve Hıristiyan mezheplerinin tüm kolları, tabii bu arada birçok Avrupa ülkesi ile Amerika’nın da Arnavutluk’a taşıdığı Hıristiyan unsurlar Arnavutluk’u istila ettiler.


Hıristiyan örgütler, Arnavutları İsa’nın dinine çevirmek için, ilk olarak tarih kitaplarının yeniden yazılması, milliyetçi duyguların kötülenmesi, nefrete dayalı bir İslam karşıtı söyleminin yayılması gibi işlere giriştiler. Katolik ve Ortodoks kiliseleri birçok okul ve üniversite kurdular, radyo ve televizyon yayınları yapmaya başladılar


Hıristiyanlığa geçenlere, Arnavutluk’ta faaliyet gösteren batı elçilikleri ve Arnavut hükümeti eliyle politik destek de sağladılar. Elçilere danışmanlık yapan birçok Arnavut, yüksek mevkilerde iş bulabilmek için hemen din değiştirdiler. İslam’dan dönerek Hıristiyanlar için çalışmaya başlayan kişiler, Amerikan ve AB elçilerinin en çok güvendikleri danışmanlar haline geldiler.


ABD ve AB desteği ile elçilikler zaman zaman Arnavut politikacılarıyla, başkanlarla ve devlet ileri gelenleri ile bir arada düzenlediği sabah ayinleri, dinler arası diyalog gibi gösterildi. Şu an Arnavutluk’taki misyonerler, var güçleriyle Müslüman topluluklarının arasını mezhep ayrımı ve Arnavut halkını iki etnik gruba ayırarak bozmakla meşguller.


Milyon dolarlarla ifade edilen ve her yıl sağlanan maddi destekle neredeyse ülkenin her kasaba ve köyünde kiliseler ve Hıristiyanlık Merkezleri inşa edilmekte. Dev bütçeleriyle, programlar düzenlemek ve bu programlara iştirak etmek amacıyla, Tiran yönetiminin bile kolay kolay ulaşamadığı dağ köyleri gibi uzak yerlere ulaşımı sağlamak üzere helikopterler bile aldılar.
600 yıllık bir İslam tarihinden sonra Arnavutluk’ta Hıristiyanlaştırma politikası 2002 yılında zirveye ulaştı. Şu an devlet başkanı, içişleri bakanı, İstihbarat şefi, Tiran Valisi, memurların, Yargının, Üniversitenin, Tarih araştırmacılarının, sözde aydınların üst düzey temsilcileri ve ülkeyi yöneten kişiler hepsi Hıristiyanlaştırılmış vaziyette. Yönetimde olan yüzde 20 oranındaki Hıristiyan, geri kalan yüzde 80 Müslüman Arnavut’a karşı üstünlük sağlamış durumdalar ve bu üstünlük halen ayırımcılık olarak devam ediyor. Arnavutlar, bugün politik ve kültürel açıdan Hıristiyan istilası ile yüz yüzeler. Arnavutların milli bütünlükleri şu anlarda vahim bir tehlike altında.


Eğitim ve Kültür Bakanları, İsa’yı anmak için Müslüman Arnavut öğrencilere zorla şarap ve ekmek ayinleri düzenletiyorlar. Bunun haricinde, Katolik propaganda çerçevesinde, ülkenin her köşesine Rahibe Teresa’nın veya bir Hıristiyan aziz adının bir yerlere verilmesi için Arnavut politikacılar baskı altındalar. Ülkedeki birçok sokak, klinik, okul ve üniversite vs. adları Katolik Azizlerinin adlarıyla anılmaya başlandı. Konulan yeni isimlere örnek olarak Don Bosko Sokağı, Padre Luigi Monti Kliniği, İyilik Kontu Üniversitesi gibi isimleri saymak mümkün. Arnavutların zorla Katolik yapılmaya çalışılması politikasına sıcak bir örnek 23 Ekim 2005 tarihinde yaşandı. Arnavut öğrenciler, Rahibe Teresa’nın Vatikan tarafından kutsandığı gün olan ve resmi tatil edilen bu günde Rahibe Teresa’yı anma törenine katılmaya zorlandılar.


Bu yazı bir komplo teorisi yazısı veya bir paranoya yazısı değildir. Ayni ile vakidir. Sizlerden ricam bu bilgileri dost ve arkadaşlarınız ile paylaşmanızdır. Paylaşın çünkü ahtapot kollarını yavaş yavaş sarmaya başladı.


Necmi ÖZNEY

Anayasa Değişikliği Ve Anlamı

AKP’nin hazırladığı Anayasa değişiklik paketi, yapılan ikinci tur oylamalardan da tamamen geçti. Yapılan değişiklikler arasında cumhurbaşkanının halk tarafından 5+5 sistemiyle seçilmesi de bulunuyor. Fakat.

Tüm bu olup bitenler hayli demokratikmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Sanki öyle gibide görünüyor. Halka, cumhurbaşkanını kendi seçme imkânı tanınırken, TBMM ise Anayasa tarafından kendisine yüklenen bu görevden politik olarak sıyrılmış oluyor. Anayasal kuruluşların ve sivil toplum kuruluşlarının bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçim sürecine karışmalarının ve fikir beyan etmesinin de önü kapanmak isteniyor.

75 milyonluk bir ülke de, 84 yıllık cumhuriyet gelenekleri değiştirilerek, parlamenter sistemin taşlarını yerlerinden oynatarak cumhurbaşkanı seçilecekse, Anayasal düzenlemeyi yapma işi kesinlikle on hafta sonra yenilenecek olan meclisin işi olması gerekmektedir. Yapılan bu değişiklik herhangi bir yarışmada, yarışmanın sonuna doğru, yarışmanın bütün kurallarını değiştirerek istedikleri takımın kazanmasını isteyen jüri üyelerinin taraf tutmaları gibi bir çağrışım uyandırıyor.

Bu durum iktidarın, cumhuriyetin temel kurumları ile giriştiği inat ve güç savaşında Türkiye Büyük Millet meclisini bir araç olarak kullanması demektir. Halkın demokratik talepleri hiçe sayılıyor. Demokrasi ile idare edildiği iddia edilen bir ülkede, beş yıl önceki seçimde yüzde 10 barajından yararlanarak, seçmenlerin üçte birinden aldığı oyla, 550 milletvekilliğinin yaklaşık üçte ikisini kazanmanın sonucu rejim değişikliğine varacak bu denli keskin kararlar almak etik olarak ne denli doğru olur, vicdanen düşünmek gerek. Madem böylesine önemli ve köklü değişimleri yapmak gerekiyordu, o zaman neden 4,5 yıl beklendiği yönündeki sorulacak sorulara gereken ilgiyi göstermek ve halka açık açık izah etmek, laf oyunları yapmamak lazım. Bu yapılırsa halkın politikacılara olan güveninin artacağı kesindir. Ve halk artık seçtiği politikacılara güvenmek istiyor.

Ben bir vatandaş olarak sistemin nasıl işleyeceğini çok merak ediyorum. Bu değişikliği yapmak için, devletin çarklarının aksamadan dönmesini sağlayacak, denetim ve yönetim işleyişini de, uzun ve zorlu geçecek mutabakat toplantılarının ardından çıkarılacak kanunlarla pekiştirmek gerekiyor. Güç ve yetki sınırlamaları, tam bir yargı denetimiyle dengelenip güvenli bir hukuk sistemine oturtulmalıdır. Bunlar yapılmazsa Türkiye’yi yeni kaoslar ve devlet yönetiminde iki başlılıklar, büyük kavgalar tehlikesi beklemektedir.

Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığı ve meşruiyeti konusundaki tüm şüpheleri ortadan kaldırmak için Anayasa’da yapılacak bu denli geniş çaplı ve rejimi de etkileyecek değişiklikler için uzun ve kapsamlı bir hazırlık sürecine ihtiyaç vardır. Tüm bu kaygıları bir yana iterek ülke çıkarlarından ziyade siyasi rakipler arasında geçen sürtüşmelere anayasayı alet etmek ne denli gerçekçiliktir. Nasıl bir vatanseverliktir. Anlamaya imkân yok. Bana kalırsa Türkiye ve Türk halkı büyük bir kargaşaya sürüklenmek isteniyor. ABD, AB ve bazı politikacılar ile aynı tarafta, birlikte bunun senaryosu yazılıyor. Senaryonun sonunda da pek mutluluk göremiyorum.

Necmi ÖZNEY

Fransa Cumhurbaşkanı Ve AP Raportörü

Avrupa Parlamentosu'nun, Türkiye raportörlüğüne tayin edilen Hıristiyan Demokrat milletvekili, ayağının tozu ile hemen demeç verdi. "Türkiye'de hükümetin orduya başkaldırmasını AB açısından olumlu bir sinyal olarak algılıyoruz" dedi. Ne demekse şimdi bu. Yahu arkadaş sıfatın Türkiye raportörü, her kim sana bu sıfatı nasıl vermişse ilk önce bir bak bakalım Türk halkı ne demiş? Niçin demiş? Bir dur bakalım, dün bir bugün iki, daha ilk günden bir tas çorbanın içine ettin. Ne güvenirliğin kaldı ne inanırlığın. Bu cümleyi Türkiye açısından söylemiyorum tabii ki AB içinde de sağduyulu insanlar vardır onlar açısından söylüyorum. Onlar sana nasıl inansınlar. Kardeşimiz, Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin adına da konuştu "Türkiye ile tam üyelik sürecini Türkiye'nin isteği olmadan sona erdiremeyeceğini" söyledi. Arkadaş üstüne üstlük çok tedbirli bir kişilik. Sonradan faka basmamak için olsa gerek Türkiye raporunu genel seçim sonrasında hazırlayacakmış.

AP Türkiye raportörü, Türkiye'de yaşanan siyasi çalkantılara ilişkin tezlerde öne sürüyor "Türkiye'den iyi sinyaller de geliyor. AB'nin, Türkiye'de kimin gerçek iktidar olduğuna yönelik birtakım kaygıları vardı. Ordu mu, yoksa seçilmiş hükümet mi? Türk hükümeti ise orduya başkaldırdı. Bu nedenle Türkiye'den oldukça iyi bir sinyal geldi. AB'nin istediği Türkiye'de hukukun üstünlüğünün bulunması, demokratik sistemle yönetilmesi. Bunları yerine getirirse, AB üyesi olabilir." Biz, Türkiye'de ciddiye almadığımız böyle bir şey söyleyene aynen şöyle deriz. "Haydi, yahu essah mı deyon ikile bakalım"

Art niyetlilikten biraz sıyrılın da hakikatleri görün. Siz hiç Vatanını, bayrağını bu kadar seven, cumhuriyete, demokrasiye ve özgürlüğüne bu kadar bağlı başka bir millet gördünüz mü? Türk milleti bütün iyi hasletleri bünyesinde toplamıştır. Elinde olsa ve bu vatan insanlarını yakından tanısan Türk milletinin bir ferdi olmayı isteyeceğine emin olabilirsin. Türk halkının tümü, politikacılarından en az yüz sene ileridedir. Avrupa'ya da medeniyet dersi verebilecek durumdadır. Ve de hiçbir dini politikaya alet etmez yobaz değildir.

Sen şimdi raporunu yaz seçim sonrasına bırakma. Türk ordusunu kötüle. Çünkü milletin bağrından çıkmış bir ordu ne demektir bilemezsin. Yaz, yaz raporuna, Atatürk düşmanlığını yaz. Çünkü Atatürk gibi bir insan çıkaramadığınızdan, Türk milleti için Atatürk neyi ifade eder anlayamazsın. Yaz, devam et. Türk halkı vatanını bayrağını ve demokrasiyi sevdiği için gericidir de. Mürekkebini esirgeme, kalemine ne melanet gelirse yaz.

Avrupa Parlamentosu'nun aslan raportörü, Fransa'nın, Türkiye ile devam eden müzakerelerin sonucunun önceden "olumsuz" olacağı konusundaki görüşünü AB'ye empoze edemeyeceğini söylemiş. "Türkiye, sonu açık bir sürece girdi. Müzakere eden her ülke için de bu müzakerelerin sonucunun önceden belli olmaması gayet normal. Fransa ise bize, müzakere sonucundan ne çıkarsa çıksın, Türkiye'nin üyeliğini reddedeceklerini söylüyor. Bunun cevabı, ancak müzakerelerin sonunda verilebilir."de demiş Siz Türkiye'yi iyi tanıyamadığınız için hala uyutulabilir bir toplum olduğunu düşünüyor olabilirsiniz ama yanıldığınızı az bir zaman sonra anlayacaksınız.

Türkiye'ye, AB ile karşılıklı müzakereler sırasında en iyi sonucun "imtiyazlı ortaklık" senaryosunu şırınga edin bakalım nasıl sonuç verecek. Şimdi siz bir güzel araştırın görelim. Türkiye'de kafanıza göre adam bulabilirseniz 15–20 yıl daha Türkiye'yi uyutursunuz Tabii buna inanıyorsanız. Acele etmeyin, sıkıntıya sokmayın kendinizi. Bize 15–20 yıl sonra hayır cevabını verirsiniz. Aman sakın ha, şimdi değil. Bırakın biraz daha uyumuş gibi görünelim.

Necmi ÖZNEY

Ulus bilincine ve dinine sahip çıkmak

Bugün televizyonda Tayyip Erdoğan'ın belediye başkanlığı zamanında yaptığı bir konuşmayı dinledim. Şaşırdım kaldım : " Bakın batı ne diyor, Allah'ın hakkını Allah'a, Sezar'ın hakkını Sezar'a verin " .Bu söz batıya ait değil ki, nereden çıktı şimdi bu? Bu söz İsa'ya aittir. Ta o zamanlardan beri gelen Yahudi üçkâğıtçılarının İsa'ya kurduğu bir tuzak sonucu söylenmiştir. Ben bir Müslüman olarak Yüce Allah'ın ismini kullanarak böyle bir misal verilmesini Allah'a ortak koşma sayarım. Yüce Allah'ı akla gelen hiçbir şeyle kıyaslamam. Çünkü yüce Allah Kuran'ında dini ve imanı aklımızın denetimine vermiştir. Yani onu anlamak için şeyhe veya bir din tüccarına ihtiyacımız yoktur.

Sevr'i canlandırmak isteyen batı emperyalizminin önündeki iki engelden birisi büyük Atatürk ve fikirleri, diğeri ise Türkiye'de yaşanan samimi İslam'dır. Kurtuluş Savaşı yıllarındaki emperyalist amacın yanında yer alan din simsarlarının hareketlerini inceleyin, o zaman Atatürk'ü daha iyi anlayacaksınız. Vatanlarını, dinlerini ve namuslarını korumak için cepheye koşan halis Türk evlatlarının idamı vaciptir fetvaları veren şerefsizleri hatırlayın ve unutmayın. O zaman yapılan işbirlikçilik bugünde aynen devam ettirilmeye çalışılıyor.

Vatan satılıyor edebiyatı yapmayacağım. Sormak istiyorum. Siz hiç şimdiye kadar Türkiye de bu kadar çok Hıristiyan misyoner gördünüz mü? Peki, bunlara bu kadar cesareti kim veriyor? Emperyalizmin diğer bir kolu olan misyonerlik faaliyetleri tüm hızıyla devam ederken ılımlı İslam safsatalarını halkın kafasına kim sokmaya çalışıyor?
Bütün bu soruların tek cevabı var. Halkı Allah ve İslam'ı kullanarak kandırıp oyunu alan siyasiler. Bunlar tarafından yapılan etnik ayrımcılığı ise şimdi hiç yazmayayım.

Misyonerlikten bahsedince aklıma Haçlı Seferleri geldi. Tarih kitaplarına bakacak olursanız MS.1095–1270 tarihleri arası gibi bir zaman dilimi gösterilir. Bu büyük bir yalandır. Peki, o zaman Çanakkale Savaşı neyin savaşıdır? Afganistan, Irak ve benzerleri ne savaşıdır? Bunun cevabını Bush verdi zaten. Hem de daha dün verdi. Pek eski değil.

Şimdi bu din simsarlarına ve din istismarcılarına bilerek veya bilmeyerek omuz vermeye çalışanların vicdanlarına sesleniyorum. Bazılarınızı işsizleştirerek, sizin haklarınızı özelleştirme adı altında batı ve yandaşlarına peşkeş çekerek sizleri bir kilo pirinç, bir kilo çaya muhtaç edip sonrada bunları yardım adı altında size veren bu Cumhuriyet, laiklik ve Atatürk düşmanı adamlara nasıl güveniyorsunuz? Nasıl güvendiniz?

Haçlı seferlerine karşı göğüslerini siper etmiş Müslüman komutanları seviyorsunuz. Ben de çok seviyor hayırla yâd ediyorum. Bu komutanların en büyükleri ve en kahramanları Türk asıllıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu komutanların sonuncusu ve en büyüklerindendir. Yüce Allah doğruyu bulmanıza yardımcı ola.

ABD topraklarından yayılan Ilımlı İslam, dinler arası diyalog safsatalarına ise sakın kanmayın. Maksatları ise, Allah'ın birliğinde mutabıkız fakat Hz. Muhammed'in peygamberliğini bir tarafa bırakın fikrini yaymaktır. Dininize ve ulusunuza sahip çıkın.

Necmi ÖZNEY

Güneş ufuktan şimdi doğacak

Cumhurbaşkanlığı makamı Türkiye için çok önemli bir makamdır. Osmanlıdan sonra yeni Türkiye'nin verdiği kurtuluş savaşı ve kuruluş yılları süreci göz önüne getirilince bu önem kat ve kat artar. Türkiye Cumhuriyetinin gözle görülemeyen fakat cumhuriyet değerlerinin tehlikeye düştüğü an harekete geçen çok hassas bir terazisi vardır. 14 Nisan, 29 Nisan cumhuriyet yürüyüşleri halkın bu teraziye meşru olarak ağırlığını koyması demektir. Halk bu dengeyi kurarken bir şahıs ve makamı desteklemeyi düşünmez. Cumhuriyeti ve ilkelerini korumaya çalışan taraf doğal olarak halkın yanında demektir. Halkın ve cumhuriyetin değerlerine Cumhurbaşkanlığı makamı dahi ters davranmaya kalksa, halkın ibresi yine cumhuriyet ve Atatürk ilkeleri tarafına ağırlık koyar.

Son zamanlarda cumhurbaşkanlığı için oynanan oyunlar iyi ki sahneye kondu da halkın gözü açıldı. Halk üstü kapalı tehdit ediliyor. Efendim borsa çökermiş, ekonomi dibe vururmuş. Borsa kesinlikle çökmez. Çünkü borsanın % 70 i ve ekonominin de yaklaşık % 70 i % 20 lere varan faiz kazançları ile yabancıların elinde. Adamlar enayimi böyle tatlı avantalı kazançları bırakacak, kendi varlık ve sermayelerini tehlikeye atacak. Geçiniz onu bir kalem. Beklenen çökme olmadığı zaman ise halkı kandırmak için söylenecek sözde hazır " Ekonominin temellerini biz çok sağlam atmışız " bunu da geçiniz bir kalem. Türkiye ekonomisin temelleri IMF tarafından, Türkiye dışından gelen ve iç yardakçıları tarafından Türk halkını sömürmek ve ütmek için atılmıştır.
200 e varan yazılı ve görsel basın tarafından % 95 oranında desteklenen bir iktidar düşününki halkı sokağa döküyor. Sokaklara dökülen ve dertlerini anlatmak isteyen halkın bu hareketi adi bir haber muamelesi bile görmüyor. Yalakalar için gizlenilmesi gereken bir olay. Yani artık anlamaları gerekiyor ki, düzmece parlak nutuklar ve basın haberlerini halk yemiyor.
Efendim cumhurbaşkanını halk seçsin. Şu an için bu söz laubali ve samimiyetsiz kişilerin söylemi. Eğer böyle bir sistem gelecekse bazı düzenlemeler gerekir. Bu da hemen mümkün değil.

Dolayısıyla anayasal sistem olarak Cumhurbaşkanlığı sisteminin ve hükümet sisteminin toptan değiştirilmesi gerekir. Yürütme gücünün çok güçlü bir parlamenter sistem, çok güçlü bir yasama ve yargıyla dengelenmesi lazım. Bu işler de aceleye gelmez, demokratik olarak halkın düşüncelerini de hesaba katmak lazım. Yani bir oldubittiye getirilecek bir iş değil.

Bundan evvelki genel seçimleri aklımıza getirecek olursak. Bugünkü parlamento aslında adil bir seçimle oluşmuş olsaydı ki o da 12 Eylül'le gelen yasalarla ilgili olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi bugün sahip olduğu çoğunluğa sahip olabilecek miydi .?

Bir sayın yönetici tek bir cümle ile cumhurbaşkanı tarifi veriyor. "Bizim partiden ve dindar bir cumhurbaşkanı" Böyle talihsiz ve cahilce sözler sarf etmeseler bari. Söz gümüşse sükût altındır veya ağır olda molla desinler gibi atasözlerine uysalar. Bakın bu sözü söylediler hemen aklıma neler geldi. Eğer cumhurbaşkanlığı gibi bir makama getirilecek kişide aranan kriter bu ise büyüğünden küçüğüne yapılan memur tayinlerinde liyakat filan gibi değerler aranmıyor demektir. Yani insanın aklına tek bir şey geliyor. Bağnaz bir parti faşizmi.

İçim ümit dolu sımsıcacık, içim. Hele cumhuriyet mitinglerinde ki gelincik tarlaları doğacak Güneşin müjdecisi. Güneş ufuktan şimdi doğuyor arkadaşlar.

Necmi ÖZNEY

Çağlayan mitingi, AB ve ABD

29.Nisan.2007 Çağlayan mitingi tek cümle olarak, halkın tam anlamı ile demokrasiye katılma mitingi oldu. En ufak bir taşkınlık yaşanmadığı gibi, Türk milleti Dünya'ya çok anlamlı ve açık olarak demokrasi dersi verdi.

Fakat kendilerini demokrasi havarisi zanneden ABD ve AB bu dersi maalesef yine anlayamadılar. Washington yönetimi, Sanki bu mitingin niçin yapıldığını bilmezmiş gibi, Türkiye'de Anayasaya saygı duyulması çağrısında bulundu ancak Genelkurmay tarafından yayınlanan açıklamayı eleştirmekten kaçındı. Aslında ben ABD'den parazitli sesler bekliyordum. Çünkü ABD Türkiye'de taraftır. ABD Türkiye'yi karıştıran kepçe görevi görür. Ama planları bozulmak üzere. Hesapları eksi bakiye vermeye başladı artık.

ABD Türkiye'de taraf değilmiş. Yalnızca bu cümle bile Türkiye'de olan bitenin ve yapılan karışıklık yaratma çalışmalarının ve kurulan sömürü düzenlerinin apaçık itirafıdır.
Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Dan Fried ise şöyle demiş "Umuduz ve beklentimiz, Türklerin, laik ve demokratik sisteme uygun olarak ve anayasaya bağlı olarak bu siyasi meseleleri kendi yöntemleriyle çözmeleridir." Çözeriz milletçe sakın merak etmesin. Yöntem belli, kaymış demokrasi yerine oturtulacak.

'Genelkurmay'ın mesajını eleştirecek misiniz' şeklindeki soruya ise şöyle cevap vermiş "Taraf tutmuyoruz. Bu soruya fayda getirecek bir şekilde nasıl yanıt vereceğimi bilemiyorum." Askeri müdahale konusunda da konuşmuş "Türkiye'de 1970-1980'li yıllardaki şartlara dönüleceğine inanmıyorum. Türk demokrasisi son yıllarda önemli ölçüde derinleşti." Evet, baya derinleşmişti artık dibini göremez olmuştuk.

Avrupa Birliği Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ise, Ankara'daki gelişmeleri kaygıyla izlediklerini, TSK'nin demokratik sistem dâhilinde asker-sivil ilişkilerine saygı duyup-duymayacağı konusunda bir sınav verdiğini söylemiş. Aman kaygı filan duymasın, TSK'nin sınava girmeden 100 alacağı daha baştan bellidir.

Dışardan gelen sesleri boş verelim. İçerde neler olmalı idi biz ona bakalım önce. İktidar tarafından gerginlik ve inatlaşma yaratılmamalıydı. Sayın Cumhurbaşkanımızın süresi uzatılarak genel seçimler yapılmalıydı. Bu şekilde şık bir durum yaratılabilirdi. Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu şartlar bazında demokrasinin gereği de buydu.

Demokrasi halkın, yöneticilerin yaptıkları iyi veya kötü işlere tepki vermesi anlamını da taşır. Demek ki miting millete görevini yapma imkânı vermiştir.

Sonuç olarak Türk Ordusunu tanıyorum, ona inanıyorum ve güveniyorum. Kefalet her zaman parayla olmaz. Ben kanımla da canımla da kefilim. Sağ elimde kalbimin üstünde.

Necmi ÖZNEY

Halkı kandırmak için Amerikan barış raporu

Bunun lamı cimi yok. Bütün Dünya ülkeleri ya ABD'ye veya AB'ye başvurarak ülkelerindeki demokrasinin korunması için müracaat etmişler. Yoksa ne tasa ABD veya AB'ye; Ta Dünya'nın bir ucundan kalk, ordular donat gel hoşuna gitmeyen bir ülkenin demokrasisini koru.

Geçenlerde ABD Dışişleri bakanlığı tarafından yabancı ülkelerde demokrasinin desteklenmesi amacı ile demokrasi ve barışsever Bush yönetiminin harcadığı çabalara ilişkin süslenmiş güzel bir rapor hazırlanıp Kongreye sunuldu.

Hiçbir Kimsenin ve hiçbir zaman ABD'yi diğer ülkelerdeki demokrasi için değerlendirme notu vermekle görevlendirmediği herkesçe malum. Tüm dünya, dört yıldır ABD'nin Irak'ta demokrasiyi yerleştirmek ve kökleştirmek için ne gibi metotlar ve araçlar kullandığını görüyor.
Ne yazık ki ABD ve AB şunu anlamıyor. "Kimse senden öğüt beklemiyorsa öğüt verme." Kimse akıl ve ukalalık istemiyor. Rusya için, ABD'nin bu davranışı her zaman problem olmuş ve BM'de her zaman dile getirmeye çalışıyor.

Tamam, arkadaş bu konular elbette görüşülmeli. Fakat böyle görüşmeler için Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi ne güne duruyor. Fakat Bu günlerde acaba BM çok güvenilecek ve itibar edilecek bir kuruluş mu? Yoksa sahibinin sesi mi? ABD'de veya her hangi bir AB ülkesinde acaba hakikaten eleştirilecek bir şeyler yok mu?

ABD raporunda Rusya'daki yaşam yalnızca kara renkler ile anlatılıyor ve Rusya yönetimine karşı değişik konularda suçlamalar getiriliyor. Gazetelerde çıkan haberlere bakarsanız, ABD Rusya ile işbirliği içinde imiş.

Amerikan raporuna göre Rusya'da yaşam bu kadar kötü ise ABD Rusya'yı demokrasi ile ilgili olarak ortağı görebilir ve pek çok önemli alanlarda Rusya ile sürdürülen işbirliğinden dolayı memnunluk belirtebilir mi? Demokrasi ve barışsever pek tatlı Başkan Bush böyle bir ülkenin liderini kendi dostu olarak nitelendirilebilir mi?

Demek ki, ABD Dışişleri bakanlığı, ABD Merkezi Haber alma örgütü CIA ve bu örgüt ile bağlantılı değişik hükümet dışı fon ve kuruluşlar tarafından harcanan çabalar Rusya'da istenilen sonuçları vermiyor. Niçin Rusya'yı çökertemiyorlar. ABD'de bu raporu hazırlamış olanlar önce şu soruyu yanıtlasınlar bari bir sonraki raporlarında. Ülkesinde demokrasiyi kısıtlamakla suçlanan başkan Putin'in politikası niçin Rusya nüfusunun %80 i tarafından destekleniyor da iddia ettiklerine göre demokrasiyi destekleyen başkan Bush'un politikası niçin Amerikalıların yalnız %30 dan daha az bir kısmının desteğini alıyor?

Necmi ÖZNEY

Amerika'nın Irak açmazı, Amerika nasıl kaçmalı?

Amerikan işgalinden bu yana geçen bunca zamandan sonra Bağdat'ta yaşananlar artık gemi azıya almış durumda açıkça. Iraklılar artık bir hedef gözetmeden korkunç saldırılar düzenliyor. Bu saldırılarda ise her geçen gün daha fazla insan ölüyor. En baştan beri nefret edilen Amerikan işgal güçlerine düzenlenen saldırılar, silah ve güç üstünlüğü yüzünden vur kaça dönüşmüş ve hedef tahtasına siviller oturmuş durumda. Amerika tarafından yaratılan kargaşa ortamında çarşıda, pazarda alış veriş yapan ya da ailelerini geçindirmek için işyerinde olan masum sivil halk bu saldırılara hedef oluyor.

Amerika güdümünde yapılan bu saldırılar, artık işgalcilere karşı bir direniş olarak gösterilmiyor. Hiçbir şekilde güven duyulmayan hükümete karşı bir isyan olarak da halka algılatılmamaya çalışılıyor. Bu, tam anlamıyla, Irak'ta kargaşayı daha da yerleştirmeye yönelik bir terör kültürü çalışması.

Vahşi Amerikan emperyalizminin organize ettiği bu saldırılar, Şiiler, Sünniler, Araplar ve diğer etnik gurupların devamlı çatışmasını hedefliyor. Her yeni saldırıyla birlikte eski hesaplar, yeniden açılıyor. Buna bir de dışardan gelen ve Amerikan güdümlü teröristler eklenince akan kanlar nehir oluyor. Irak'a yaşatılan şiddet olaylarının amacı ise Irak hükümetini saf dışı bırakmak veya iktidarı ele geçirmek değil. Amaç kavgayı canlı tutmak ve ülkeyi soymak, zayıflatmak için yeni stratejiler üretecek zamanı kazanmak.

Patlayan bombaların ya da yaratılan bu şiddetin ardındaki insanların hepsi zaten çeşitli sorumlu yerlerde oturuyorlar. Onlar, liderlerin değil, sadece kurbanların olduğu bir senaryoda, kahramanlık rolü üstlenmeyi tercih ediyorlar. Senaryonun yazarı yine aynı. Amerikan'ın, demokrasiyi ve barışı çok seven emperyalist yöneticileri.

Washington, Irak macerasını bir an evvel bitirmek istiyor. Bush ve avanesi Irak'ta yapmak istediğini çoktan yaptı, Irak petrolünün yüzde yetmiş beşine el koydu bile. Artık çekilmesi gerek. BOP denilen planın bir kısmı halledildi. Fakat Amerika ve yerel işbirlikçileri tarafından, direnişçi veya asi olarak adlandırılan vatanını seven Irak halkının baskısıyla çekilmiş görünmek istemiyor. Zira Irak'ın ABD için ikinci bir Vietnam vakası olmaması gerekiyor. Ve bu düşünceyi, ABD'de Bush yönetimine karşı olan ama ayni kafa yapısına sahip muhalefeti de aynen onaylıyor.
İşgalci Amerika ve kukla Irak hükümeti, bu olaylara bir çözüm bulamayacak. Amerika her zaman yaptığı gibi işbirlikçi yandaşlarını eninde sonunda yüzüstü bırakıp gidecek. ABD'nin planı ise bölgeyi terk etmeden, İran, Suriye ve Türkiye'yi de kaos içine çekmek. Ama havasını alacak gibime geliyor.

İstiklal savaşımızda Türk halkının topyekûn emperyalizme karşı duruşunda, Bizim için Fransız da bir Türk de bir diyenler ve arkadan hançerleyenler ( Harp Dairesi arşivlerine bakınız. ) şu anda horoz olmuş Irak'ı gagalamakla meşguller. Yani Düşmanın safında yer almış, vatan hainliği yapıyorlar. Yedi yüz bin can telef olmuş. Aileler dağılmış, yerlerinden yurtlarından olmuş. Elbet bunların hesabı gün gelecek görülecek.

Acaba bir gün, bir savaş suçları mahkemesi de Irak için kurulacak mı? Bush ve yandaşları hesap verecekler mi? Kendilerini medeniyetin beşiği gören devletlerin bu insanlık ayıbından ve eğer vicdanları varsa azaptan kurtulmaları için tek yolları, bu mahkemeleri hemen kurmak olacaktır. Hemen çünkü, geç kalmış adalet, adalet değildir.

Sayın vatandaşlar 28.Nisan.2007 tarihinde, Ankara da Tandoğan meydanında saat 13.00 da Kerkük mitingi yapılacak. Bilgilerinize sunarım. Lütfen katılın.

Necmi ÖZNEY

AB'ye dert sanki zavallı Malta'nın başına gelecekler

Dünya Atmosferinin iki derece ısınmasının canlıların üçte birinin neslinin tükenme tehlikesiyle karşı karşıya getireceği artık bilim adamlarının raporlarına geçmiş durumda. Hatta Dünya bile insanlar tarafından yaratılan kirliliğe karşı kendini koruyamayacak duruma geldi. Birleşmiş Milletler İklim komisyonunda üye olan bilim adamlarının bir süre önce yayınladıkları raporda, küresel ısınmanın meydana getireceği sonuçlarla ilgili çok ciddi uyarılar var.

Raporu hazırlayan uzmanlar küresel ısınmanın yiyecek ve sağlık sıkıntısına yol açacağını ve bunun da en çok yoksulları etkileyeceğini söylüyorlar. Genelde emperyalist ve zengin ülke yöneticileri gerçekleri Dünya ülkelerinden gizlemek için rapordaki bazı uyarılara itiraz ederek, ya daha hafif hale getirdiler, ya da tümüyle rapordan çıkarttılar. Kendi yaptıkları olumsuzlukları Dünya kamuoyundan gizlediler. İklim değişikliğinin olumsuz etkileriyle ilgili bölümlere en çok Amerika, bazı AB ülkeleri, Çin ve Suudi Arabistan itiraz etti.

Bilim adamlarının katkısıyla hazırlanan raporun birincisi 2007'nin Şubat ayında yayınlanmıştı. Bu raporda küresel ısınmanın gerçek olduğu ve insanlar tarafından yapılan işlemlerden kaynaklandığı vurgulanıyordu. Yeni raporda ise daha çok küresel ısınmanın dünyada yaşamı nasıl etkileyeceği hakkında detaylı bilgi veriliyor. Raporun değiştirildiği olgusundan hareket ederek raporu bir kenara bırakalım ve reel durum takibi yapalım. Hem de AB üyesi bir ülkenin, Malta'nın başına gelenlere daha doğrusu başına geleceklere bakmaya çalışalım.

Malta adasında tahminen 450 bin kişi yaşıyor. Kilometre kare başına düşen nüfus adedine bakacak olursak Dünyanın en kalabalık yerlerinden bir tanesi. Ama aynı zamanda iklim değişikliğinin zararlarına karşı da korunmasız durumda bir ada ülkesi. Akdeniz'de küresel ısınmanın etkisiyle su seviyelerinin yükselmesi yüzünden, adanın bazı kesimleri sular altında kalma tehlikesi altında.

Ancak su seviyesinin yükselmesini ilk elde önemsemez isek, yükselme ile beraber oluşan bir başka ve en büyük tehlike de içme suyu sıkıntısı olacak. Susuzluk Malta'da çoktan hissedilmeye başlandı bile. Turizm sezonu olan yaz aylarında Malta'nın nüfusu üçe katlanıyor. Bu durum, adanın altından geçen tarih boyunca kullanılmış temiz su kaynakları üzerinde de aşırı tüketim yapılarak olumsuz etki yapacak.

Maltalılar yüzlerce yıl boyunca temiz suyu elde edebilmek için galeri olarak adlandırılan yeraltı tünellerini kullanıyorlar. Bu galeriler, yerin 97 metre altında. Asansörlerle inilebilen bu tüneller kilometrelerce uzunlukta ve yarıya kadar suyla dolu. Tünellerdeki su temiz. Ama hemen 10 metre altında tuzlu su var. Temiz su tuzlu sudan daha hafif olduğundan, deniz suyunun üzerine çıkıyor. Bu temiz su daha sonra yer seviyesine pompalanarak evlere ve adadaki tesislere dağıtılıyor. Ne var ki küresel ısınma yüzünden tuzlu su da yavaş yavaş yükselmeye başlamış durumda. Malta'da bu durum gelecekte bu yeraltı galerilerinin kullanımında büyük güçlüklere neden olacak.

Son yapılan araştırmalara göre galerilerdeki su seviyesi, 2050 – 2100 yılları arasında 100 cm. kadar yükselmiş olacak. Deniz suyu ve temiz suyun seviyesi beraber yükseleceğinden temiz su pompalanan galerilere tuzlu suyun karışma ihtimali de oran olarak artacak. İçme suyundaki tuzluluk oranının artması adanın bazı kesimlerinde bugünlerde bile çoktan hissedilmeye başlanmış durumda. Yağmurların azalması nedeniyle, sudaki tuz oranının arttığı belirtiliyor. Adada organik üretim yapan çiftçiler, sudaki tuz oranının normal seviyenin iki katına çıktığını, sulamayı bu kaynaktan yapmanın ağaçların ve bitkilerin ölümü anlamına geleceğini anlatıyorlar.
Malta yönetimi şimdilerde sudaki tuz oranının azaltılmasını sağlayacak yatırımlara hız vermiş durumdalar. Adada içilebilir suyun yarısı daha şimdiden bu şekilde üretilir hale gelmiş vaziyette. Ancak tuz oranını azaltan tesisler de enerji olarak petrol kullandıklarından küresel ısınmayı hızlandırıyor ve iklim bozulmasına katkı sağlamış oluyorlar. Avrupa Birliği üyesi olarak Malta, karbon gazlarının azaltması yolundaki ikazlar ile Brüksel'in baskısıyla karşı karşıya kalıyor. Ancak, bu durum ekonomisi turizme dayalı Malta'da halkın aç ve işsiz kalması anlamına gelecek. Bunu kimse düşünmüyor. Yarınların kime ne olumsuzluklar ne felaketler getireceği belli değil.
Bush ve avenesinin yerinde olsam alırım üç beş kilo kına yakmaya başlarım. Malta'ya bir askeri üs ve bir silah fabrikası kurar hem Maltalıları aç ve işsiz bırakmam hem de sağa sola saldırır etrafı yağmalarım. Yer içer keyfime bakarım. Bana ne insanlıktan yahu.

Bush ve pentagon insan hakları ihlali ve insanlara yalan söyleme birincisi seçildiler. Hakikat bu

şaka değil Amerikanın sesi radyosu verdi haberi.

Necmi ÖZNEY

Millet Topyekun Ata'sına Koştu

14 Nisan'da Tandoğan Meydanı'ndan yükselen ses, birlik ve bütünlüğümüzün, Türk'ün, demokrasinin ve cumhuriyete sahip çıkanların, ulusalcıların, Atatürkçülerin kısılmaya çalışılan sesi idi. Ama kısaca söyleyeyim Türkiye'nin sesi dağları taşları aldı.

Teksesliliği demokrasi diye göstermek isteyenler, Tandoğan'dan yükselecek olan Türkiye'nin sesini duymaz, duymak istemez. İsteyen duysun, istemeyen duymasın hiçbir beis yok. Bu sesi ABD ve AB en birleşmiş milletleri, yandaşları duysun ve iyi analiz etsinler yeter.

Bu millet artık 1830 yıllarında yazılmaya başlanan, daima Türkiye'yi ve Türkleri çökertme senaryolarında ütülen taraf olmak istemiyor. Biz bu filmi en az beş on kere seyrettik. Fakat oynayan bu son sürüm içlerinde en acımasızı. Bu sefer içten ve dıştan fena dalıyorlar. Türk'üm diyemezsin, damgan hemen hazır. Irkçı, faşist. Atatürkçüyüm demeye hele hiç kalkmayın. Diyecek oldum dumura uğradım resmen. Ne gericiliğim kaldı ne komünistliğim. Tabii olarak bunları diyenler beyni yıkanmış, kendi avantalarından başka bir şey düşünmeyen satılmışlar.
Yakın bir zamanda biraz eş dost ziyareti yapayım bari diye bir yakınımın işyerine gittim. Malum, emekliyiz ya. Türkiye, AB diye bir sohbet tutturmuş çaylarımızı yudumluyoruz. Bu arada muhterem zevattan bir kişi de sohbete katıldı.

– Yahu kardeşim Türk milleti diye bir terane tutturmuşsunuz. Nerede bu Türk milleti biraz araştır ya kildanı çıkar altından ya Asurî. Demez mi? Hem de gayet şımarık bir şekilde. Gerçi iyi dersini aldı ama bende kafamın içinden bunun sebebini araştırmaya başladım.

Bana tarihimi unutturmaya başladılar. Milletin malı olan ve kalkınmanın milli ekonominin olmazsa olmazı olan kuruluşlar özelleştirilip satılmaya başlandı. Hem de hiç gereği yokken. Adam aldığı işletmeyi üç beş sene çalıştırıp milletten topladığı paralarla ödemesini yapacak bedava kurum sahibi olacak. Özelleştirmenin anlamı bence bu. Benden esirgenen maaş zamları Kanadalı ve Yunanistanlı emeklilere akıtılmaya başladı. Sıcak para geliyor, sıcak para gidiyor haberlerini biraz inceleyin, sorun soruşturun, dışardan gelen fonların nerelere yatırıldığına bakın anlarsınız. Tarım, hayvancılık. Hiç bahsetmeyin bile, bitmiş, bitirilmiş. Pırıl pırıl gençler okullarını bitirmiş işsiz dolaşıyor. Esnaf kan ağlıyor. Şirketler dar boğaza girmiş sıkıntı içindeler. Bunlara çare olacakların işi sanki bu değil. Türkiye'nin böyle sorunları yokmuş gibi davranıyorlar. Her taraf güllük gülistanlık olarak gösterilmeye çalışılıyor.

Hem gençliği ve halkı siyasete katılmaya çağıracaksın hem de gençliğin ve halkın Türkiye'nin geleceğine sahip çıkmak için kendini ifade etmesini şirazesi kaymış sayacaksın. Buyurun işte Tandoğan işte siyaset.

Boş verin iç politikayı yaz yaz bitmez tükenmez. Zaten Türkiye'de politika yapanlar ise politika yapmaz yapamaz. Sadece yazılan senaryoyu oynarlar ve giderler. En önemli örneklerden biride sahnede bir görünüp ama pir görünüp giden pek Sayın Derviş ağabeyimiz. Ne yapalım ki para elimizin kiri. Soyulsak bile geriye dönüp bakmıyoruz. Bizi ilgilendiren, yenge ne giydi, neler sever, nasıl eğlenirdi.

Türk ulusunun gönlünde sarsılmaz bir yere sahip olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk 'ün yaptıklarına ve dediklerine kulak verelim o bize yeter. Göz bebeğimiz ordumuza sahip çıkalım, çıkartılan dedikodulara gerimizi dönelim. Nerdeyse ondan başka güvencemiz kalmadı gibi.

Her taraftan bir havlama sesi geliyor. Bu da normaldir diyorum. Bu itleri üreten ağabeyler var. Olsun bakalım it ürür kervan varacağı yere varır. Onunda mahşeri yakındır. Bak, derler adama kıyamet öyle olmaz böyle olur. Az kaldı, zamanı gelir. Eceli gelen köpek cami duvarına işer. Ama bedeli de ağır olur. Şimdi sazımızı alalım elimize bakalım işimize. Pek Sayın ABD ve AB, Anadolu'yu karış karış dolaşan adı konsolos olan ama Türkiye'de ne işler çevirdiği pek belli olmayan personeliniz sizlere gerekli raporları sunmuştur. Bunlara göre artık yeni senaryolar üretin bari. Eh… Dolaylı olarak bizi de uyandırıp kendimize getiriyorsunuz. Raporun sonunda bir not olacak " Türkler başka milletlere benzemiyor." Bu notu iyi irdeleyin. Çok önemlidir. Nasıl anlamadınız mı? Anladınız siz onu kanımca.

Necmi ÖZNEY

13 Haziran 2007 Çarşamba

Sokak itinden bekçi köpeği olmaz

ABD savaşıyor. Daha doğrusu hem Irak petrollerini yağmalamak hem de orta doğuya kendi isteği çerçevesinde biçim vermek için her yolu deniyor. Adana'daki İncirlik üssü NATO'nun en büyük üssüdür. ABD'nin bölgedeki planlarının uygulanmasında her zaman önemli bir rol oynamıştır.

Basra Körfezi'ndeki Amerikan birliklerinin aktifliği son zamanlarda oldukça arttı. Tabii sözde diplomaside hız kazandı. Bizim yöneticiler ABD'ye gidiyor. ABD askeri ve sivil yöneticileri Türkiye'ye geliyor. Bir trafik, bir trafik sormayın gitsin.

Bu gidiş gelişlerin ardında, ABD'nin İran'a karşı kara ve hava operasyonları gerçekleştirilmesi yönünde hazırlıklar yapılmakta olduğunu tahmin etmek için müneccim tüyü yemeğe gerek yok. Akdeniz kıyısından ve İran ile sınırdan yaklaşık 900 kilometre ötede bulunan İncirlik askeri hava üssü, Pentagonun strateji uzmanlarının olmazsa olmazı. Statü bakımından bir NATO üssü olan İncirlik üssünde tüm sahiplik ABD tarafından kullanılmak isteniyor. Türkiye-ABD anlaşmasına göre ABD hava kuvvetlerine mensup 48 uçak devamlı olarak İncirlik askeri hava üssünde teyakkuz durumunda hazır bekletiliyor. Irak'a karşı askeri operasyonun aktif aşamasının tamamlanmasından sonra ilk kez İncirlik üssündeki Amerikan savaş uçaklarına, daha önce Avrupa'daki Amerikan üslerinde bekleyen uçaklarda katıldı. Amerikan tarafı, Ankara tarafından bu uçakların gece antrenman uçuşlarında bölge içinde Türkiye'nin hava sahalarından daha geniş şekilde yararlanmasına izin verilmesini istedi. Türkiye, NATO'lu müttefikinin bu istemini tahlil ettikten sonra kibarca reddetti. Ret cevabının nedeni olarak söz konusu gece uçuşlarının savunma ve askeri-teknik eğitim alanındaki işbirliğine ilişkin Türk-Amerikan anlaşmasının kapsamında olmadığına işaret edildi.

Ankara'nın, İncirlik üssünde Amerikan güçlerine daha geniş yetki tanımak istemeyişinin sebebi, İran ile durumun gerginleştirilmemesi isteği gibi görünüyor. Türk kamuoyu zaten bu görüşte ama ana sebep halkın isteği değil. ABD'nin İran'a karşı askeri operasyon başlatması durumunda bölgede ABD için çok önemli hareket alanı ve rahatlama noktası rolünü oynayacak İncirlik üssünün İran'a karşı operasyonda kullanılması sorunu da ortaya çıkacak. Fakat bu da bölgede düşmanlığın artmasına ve komşumuz İran ile ilişkilerimizin bozulmasına yol açacak.

Dostumuz ve müttefikimiz ABD bu duruma çok sinirlendi tabiî ki. Ama adamlar haklı. Bu hareket bana yapılsa bende sinirlenirim. ABD'yi bölge barışı, iyi komşuluk ilişkileri hiç mi hiç ilgilendirmez. Hemen Barzani aportlanır, PKK harekete geçirilir ve Türkiye tehdit edilir. Kahpece tuzaklarla son üç günde şehit edilen aslanlarıma, kınalı kuzularıma yanarım ben. PKK itlerini hemen ortaya kim sürdü zannediyorsunuz. Barzani'ye kim aport dedi zannediyorsunuz. Yapacak başka bir çaremiz yokmuş gibi PKK'yı ABD'ye şikâyet ediyor ve himmet bekliyoruz. Yazıklar olsun.

Sokak itinden bekçi köpeği olmaz ama havladıkça rahat huzur vermezler. O pis ulumalar arasında uyku filan tutmaz. Zaten maksat da o.

Necmi ÖZNEY

11.04.2007 Memleket haber