27 Nisan 2008 Pazar

DEMOKRASİYE SAHİP ÇIKMAK İÇİN NAMUS GEREK

Demokrasi ile yönetilen bir toplum olmak için, ekonomik olarak namerde muhtaç olmayan bireylere sahip, çarkları montaj için değil, üretmek için dönen bir sanayi üretimi ile birlikte tarımsal üretimin aynı paralelde yürüyor olması ve ortaya çıkan milli gelirin mutlak bir şekilde üretimden kaynaklanıyor olması ve adil dağılımın sağlanması gerekmektedir.

Demokratik olmayan Arap ülkelerinde milli gelirin çokluğu, gerçek bir üretimden değil de geliri şeyhlere ait yeraltı zenginliği petrolün satışından meydana geldiği için demokrasi buralarda pek tutunamaz ve hatta olamazda. Gelir dağılımındaki adaletsizliği örtmek için şeriat ve din kullanılarak halk dizginlenir. Kafasını azıcık kaldıran günah işlemiş demektir ve kalkan kafa kılıç marifetiyle susturulur. Şeriat, idareyi elinde tutan birkaç aile için geçersizdir. Onlar için her şey mubahtır. Onun içindir ki, Arap ülkelerinde demokrasinin değil, emperyalizmin borusu öter. Çünkü petrolün asıl sahibi emperyalizmdir.

Demokrasinin biraz var olması için, gelir dağılımının dengeli olması yanında, gerçekten bir değeri olan yaygın bir milli eğitimin olması, demokrasi kültürünün halkın ruhunda yeşermiş olması, buna bağlı olarak hak, görev ve özgürlük bilincinin yerleşmesi, en mühimi ise siyaset yapanların ar damarlarının çatlamamış, namus duygularının silinmemiş olması gerekir. Çünkü emanete sahip çıkmak en başta namus gerektirir.

Gördüğünüz gibi, yukarıdaki şartların oluşabilmesi için çok uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Peki, halen yaşamakta olan bizler bu şartların oluşacağı zamanı ne vakit göreceğiz? Ülkemizde ortalama insan ömrü 65 – 70 sene, 970 sene değil ki. Ben kendi şahsıma çok talihsizim 59 yaşındayım maalesef çok istediğim ve aslında hakkım olan demokrasiyi hiçbir zaman göremeyeceğim.

Bu ülke, benim ülkem, benim vatanım, benim Türkiye’m ama şöyle bir, doya doya geleceğe güvenle bakabildiğimi hatırlamıyorum. Bakabileceğimi de pek zannetmiyorum çünkü önümde uzun yıllar kalmadı. Bu dünyaya bir kereden fazla gelmek de yok. Haydi, bana eyvallah deyip de bir gittim mi, ara ki beni bulasın. Ölmeden, elim ayağım tutarken, gözüm görür, kulağım işitirken bıkana kadar demokrasiyi görmek, solumak istiyorum.

Gelin bir plan yapalım. Elimizden geldiği, gücümüzün yettiği ve gerçekleştirebileceğimiz ölçüde, ama içimizde biraz samimiyet olarak, demokrasi isteyelim yeter. Bu isteğimiz bizim için kısa bir vadede imkânsız ama gelecek nesiller için istediğimiz gerçek bir demokrasiye gerekecek olan uzun yol için bir başlangıç noktası olabilir.

İlk sırada, politikacı taifesine öğretmemiz gereken şey, demokrasi denen yönetim biçiminin aslında bir otorite sınırlandırılması olduğudur. Bu sınırlandırmayı, otoritesi sınırlandırılacak olan haşmetlilerden bekleyemeyiz. Bu eşya'nın tabiatına aykırı olur. Çünkü genel olarak onlar, bunun tam tersini düşünürler.

Ellerinde büyük ve kontrol edemediğimiz, aslında bizim olan güçleri tutan, hesap vermeyen, vermeyi düşünmeyen büyük ve kelli felli, saçları boyalı, gömlekleri kolalı adamların karşısına dikilip bazı taleplerde bulunmak biraz mantıksızlık olur. Bu mantıksızlığı izale etmek için mühim ve hemen yerine getirilmesi gereken temel şart ise dayanışma ve örgütlenmektir.

Örgütlü toplumdan ve birlikten kuvvetin doğması ve bu kuvvetin gelişerek en karşı konulamaz zannedilen güçlere bile karşı koyması, Büyük Atatürk tarafından yakın tarihimizde ulusumuza öğretilmiştir. O’nu rehber edinip yaptıklarını ve dediklerini inanarak ve güvenerek tatbik edelim yeter.

Necmi ÖZNEY

25 Nisan 2008 Cuma

EY OĞUL! YEDİĞİ HARAM, SÖYLEDİĞİ YALAN, DEMİŞ GAZALİ

Genelde kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen politikacıların tarihi ve tarihsel olayları işlerine geldiği gibi yorumlamasına sebep, halkı uyuşturmak ve bugünün olaylarının farkına varılmamasını sağlamak içindir. Maksatlı yaratılan cehalet ise bu iş için desteklenen yan üründür.

Tarih, kendi gerçekliğinden koparılıp, yeniden ve maksatlı olarak tahrif edilerek bir uydurma tarih yaratılmakta ve bunun sonucunda da tarihsel kişilikler günlük iç politikaya alet edilerek işlerine gelen anlayışlara, güya tarihten destek sağlanmaktadır. Halka ipe sapa gelmez şeyleri tartıştırarak olaylar gizlenmektedir. Bırakınız tarihi, tarihsel kişilikleri, tarihi kullanarak politikaya alet etmeyi, Ne yazık ki iç politikaya peygamberler dahi alet edilmektedir.

Bir örnek vermek gerekirse, toplumunda ahlaki ve dini bir yozlaşmanın içinde bulunduğu bir mesele olarak ele alınmakta, sonra da bu konu bütün politik alanlara yaygınlaştırılmakta ve eskilerin ne kadar ahlaklı olduğuna dair hikâyeler uydurularak tarihi kişilikler politikacıların bizzat kendileri ile özdeşleştirilmektedir. Hani bazıları psikolojik savaştan bahsederler ya işte buda psikolojik politikadır.

Toplumu içinde yaşadığı zamandan uzaklaştırma, yapılan hataları milletin fark edememesi için bir perdeleme olarak kullanılan bu tipik politikacı davranışında verilmek istenen mesajla, hem kendi işe yaramaz beceriksiz politikasını gizler, hem de şahsının, eskinin iyi insanlarının devamının kendisi olduğunu söylemeye çalışır. Sonuç olarak söylediği yalanlara kendiside inandığı için kendisinin seçilmiş kişi olduğunu zanneder. Bu paranoyaklığın sonu ise içinde bulunduğu topluluk için kendisinin vazgeçilemez olduğu, alternatifinin olmadığı inanışına girmeleri ve bunu topluma pompalamalarıdır.

Bundan sonrası ise çorap söküğü gibi gelir. Kendi tutarsız fiillerine adeta dini bir inanış gibi kabullenmek ve kabul ettirmeye çalışmak, kendi gibi bir kişiliğin, en büyüklerden daha büyük olduğuna inanmaya ve inandırmaya kadar varır.

İnsanlık için bu, yeni bir şey değildir. Bunun örneklerini Sümerlerde bile görebiliyoruz. Çivi yazılı tabletlerde dahi, yeni neslin ahlaken çöktüğü anlatılmakta ve düzeltecek kişinin kendisi olduğunu zanneden birçok kişinin “sap” gibi ortaya çıktığı yazılıdır. İşte bu durum, bilhassa geri bırakılmış, genel olarak seviye kaybettirilmiş toplumlarda daha da çok ezilmişlik ve dolayısı ile daha teslimiyetçi olma hissini ortaya çıkarmak için yapılır.

Toplumun ahlakı bozuluyor, bir an öyle kabul edelim. Ya politik ahlak ve politikacıların ahlakının durumu, kimse kendini kandırmasın. Bırakın uzak tarihi bir kenara gelin yakın tarihe, 10.Kasım.1938 den sonra ahlaklı ve temiz politika ne zaman yapıldı ki?

“Ey Oğul! Siyasetçinin sofrasına oturma, yediği haramdır. Sohbetinde bulunma, söylediği yalandır.”

Bu sözler 11. Yüzyılda yaşamış büyük İslam âlimi, zamanının büyük eleştirmeni Gazali tarafından söylenmiş. Anlayacağınız bazı sektörlerde hiç değişim olmuyor. Zaman ve mekân üstü kişilere ise, zaman hiç tesir etmiyor.

Necmi ÖZNEY

20 Nisan 2008 Pazar

TÜRKİYE’NİN ÖNÜNÜ KİMLER KESTİ, KİMLER KESİYOR

Her insan dünyayı kendi gözleriyle görür, her birey kendi hayatını yaşar, onun içindir ki, bireysellik duygusu bu yüzden ön plana çıkar. Her fert dünyanın kendi etrafında döndüğünü, özel biri olduğunu düşünür, kendisini ciddîye alır ve almalıdır da. Çünkü dünyaya gelebilmek, dünyada yaşayabilmek için milyonlarca eşdeşiyle girdiği var olma yarışında birinci olmuş, deyim yerinde ise bileğinin gücü ile bunu hak etmiştir.

Egoizme kaçmadan böyle düşünmek, birey olma duygusunun sıfır noktası demektir. Kendimizi ve kendimizle ilgili olan her şeyi, düşüncelerimizi, inançlarımızı, haklarımızı, kazançlarımızı, hayatımızın her safhasını ciddîye almalı, bunları kaybetmemek ve daha iyiye götürmek için çalışmalı ve büyük bir uğraş vermeliyiz.

Fakat bunları düşünürken, toplumdan izole edilmiş birey olunamayacağı, bireyselliğin toplumsal yanının insan için çok daha önemli olduğu, toplum olmadan bireyin hiçliğinin farkına varmamız gerekir.

Kendisi için devamlı bir şeyler isteyen veya her şeyi sadece hep kendisi için isteyen, yalnızca kendi yandaşının hakkından söz edenler. Kendisinden olmayanlara bu hakkın bedelini ödemeyi düşünmezler. Diğer insanların ve genel olarak toplumun menfaatlerini gözetmezler. Almak için vermek gerektiğini düşünemeyen böyle kişiler gerçek anlamında vatandaş olma sıfatını dahi hak etmiş olmuyorlar demektir.

Hiçbir insan, kendi eliyle kendi iktidarsızlığına sebep olmaz. İşte, bundan dolayıdır ki, sadece kendi kişisel hak ve çıkarlarını gözetip diğer insanları ve toplumu yok sayan bir kişi, kendi kişiliğini borçlu olduğu ortamı yok etmeye çalışıyorsa, topluma düşen görev, bu kişinin aldığı görev ve haklarını sınırlandırmaktır.

Gelecek nesillere bu bilincin verilmesi eğitim bakımından temel bir öneme sahiptir. Hem İnsanlık için ve hem de Türkiye’miz için, kişisel haklarını ve çıkarlarını millî haklar ve çıkarlardan üstün tutmayan, yalnızca alan değil aynı zamanda veren olan, kendisine, milletine ve ülkesine güvenen, içinde yaşadığı topluma ve kendisinden sonra gelecek nesillere iyi bir şeyler bırakabilen. Kurtuluşun formülünü başka ülkelerden gelecek dayatmalarda değil, kendi özünde arayan. Kendi ülkesindeki yanlışlıkları, haksızlıkları ve kötülükleri düzeltmek için cesurca ve bilinçli olarak uğraş veren iyi insan ve iyi vatandaş olmasının gerektiğini tam bir bilinç ile kavrayan bir gençlik yetiştirilmelidir.

Bireylerin, gelişen olayların farkına varabilme yetisi kazanması gerekiyor. Ancak kendi özbilincine varan, ülkesinin değerlerinin farkına varabilir. Bu da yurttaşlık bilincini yaratır.

İşte bütün bu işlevleri yerine getirmek için, Büyük Atatürk’ün zamanında kurulan köy enstitüleri, ülkemizde daha tam olarak algılanmadan, dünyanın büyük ilgisini çekmişti. Bu büyük projenin meyveleri olan eğitmenler gittikleri köylerde vakit kaybetmeden işe sarılır, köylüleri aydınlatmaya başlar, yurdun dört bir yanına yayılan eğitmenler bir taraftan okuma yazma öğretir, diğer taraftan doğrudan köylülerin üretim artışına yönelik pratik işlere girişirlerdi. Kısa sürede bu eğitmenlerin gittiği köylerde sosyal faaliyetler artar, hatta köylerde tiyatrolar kurulur, köy kahvelerinde okuma odaları açılır, ülkemizin kalkınması için canla başla çalışırlardı.

Ancak ülkemizi bu duruma getiren, ABD engellemesi ve onların işbirlikçileri mandacı fikir sahipleri, ülkemizin geleceğine yönelik, yetişmiş insan yetiştirme projesini erken fark ettiler ve ne yazık ki engelleyebildiler

Köy Enstitüleri açıldığı zaman, dönemin Amerikan hükümetinin hazırladığı bir istihbarat raporunda, “Dikkatli olun, Türkler büyük bir eğitim atılımıyla geliyor, mani olmak gerekir” denilmektedir. Hemen akabinde, ABD oyunu sahneye konmuş, eğitmeninden öğrencisine kadar, dinsiz ve komünist iftirası atılarak milli eğitimin kökü kurutulmaya başlanmıştır.

Köy Enstitüleri’nin kapatılması, ülkemizin bağımsızlık direncinin kırılmaya çalışılmasının başlangıç tarihidir. Bu tarihten sonra eğitimin işlevi ve felsefesi değişmiş, Yurtta üretim ve kültürel ağırlıklı yapılan eğitim, yerini ezberci ve boş bir eğitime bırakmıştır.

Cumhuriyetin temel hedefi olan, köylüyü üretken ve aydın birey durumuna getirmek yerine sahipsiz, sorunlarını muhtara bile iletemeyecek kadar yalnız ve aciz bırakılmış, parti liderinin göstereceği odunu bile milletvekili seçecek duruma getirmek için çalışılmıştır.

O zamandan bu zamana kadar devletimiz ve milletimizin bireysel maddi ve manevi kayıplarının kimse farkında değil mi? Ey millet, artık izinden geri gelin bu kadar tatil yeter. Büyük Ata’nın izinden yürüyerek özünüzü meydana çıkarın.

Necmi ÖZNEY

17 Nisan 2008 Perşembe

ULUSAL EGEMENLİK VE MİLLİ EĞİTİM

Milli Eğitim, ülkemizde senelerden beri tartışılan ve artık düzeltilmesi gereken en temel konulardan birisidir. Eğitim sistemimizin yeniden ve çok detaylı bir şekilde gündeme gelmesi ve aslına dönmesi sağlanmalıdır.

Bir millet için hayati önem taşıyan Milli Eğitim, politikacıların dar görüşlü ve maksatlı kavgalarının uzağında ele alınıp olumsuzlukları incelenmelidir.

Eğitime hâkim olan kişiler değiştiğinde zihniyetlerde değişmekte, değişen olaylar eğitim sistemimizde bir sonrasını da etkileyecek kalıcı travmalara sebep olmaktadır.

Genel bir değerlendirme yapacak olursak, gördüğümüz sonuç, ülkemizdeki eğitim anlayışının, aslında genel bir anlayışsızlık olduğudur. Kısaca, eğitimden hiçbir şey anlamadığımız veya bilerek bozduğumuz artık ayan beyan ortadadır.

Eğitim politikasındaki en temel hata ise, ideoloji taşıyan bir particilik kafası ve felsefesizlikten kaynaklanmaktadır. Derin düşünememek, kıt bilgi, toplumumuzun hemen bütün kritik konularında olduğu gibi eğitimde de çok açık bir şekilde açığa çıkmaktadır.

Eğitimin, milli, teorik ve pratik amaçlarda yapılmaması, verilen emeklerin topluma, ekonomiye ve sanayileşmeye olumlu katkı sağlamasını önlemektedir.

Eğitimde ideolojik hâkimiyet kurmuş olan zihniyetlerin, beyinlerine bulaşmış olan kötü virüslerin ortaya çıkarılması ve işin içine parti politikaları karıştırmadan tedavi edilmesi gerekir. Bu da, adı Milli Eğitim olan eğitimin tedavisinin, ancak emperyalizme karşı ve tam bağımsız Türkiye inancına sahip kişiler tarafından yapılabilir.

Milli Eğitim sistemimizin, teoride ve pratikte bir dizi amaçları olmalıdır. Türkiye’de eğitim ile neyi amaçlıyoruz? Bizim Milli Eğitim sistemimiz aslında nedir? Biz eğitimli ve aydın bir toplum istiyor muyuz? İşte kendimize sormamız gereken sorular bunlardır.

Büyük Atatürk’ten sonra, Türkiye’de eğitim anlayışı ile ne hedeflendiği, eğitimde amaç olarak neyin istendiği açık ve seçik olarak belirli değildir.

Türkiye'de yaklaşık son otuz yıldan beri uygulanmakta olan eğitim, genel olarak Türk insanına, detaylı ve pratik düşünmeyi sağlayan bir yetenek kazandırmaya yönelik olmadığı gibi, teori yönünden ise, ezberci, işe yarar bilgi, beceri ve maharet sağlamayan ve insanımıza yetenek kazandırmayan bir duruma düşürülmüştür. Bu duruma getirilmiş bir eğitim sistemi ise sığ, yetersiz ve ulusal egemenliğimiz için bir tehlike oluşturmaya başlamış demektir.

Milli Eğitim, milli sıfatından ayrıştırılmış, inatlaşma ve ideolojik mücadele için malzeme haline getirilmiştir.

İnsanımızı mürekkep yalamış köleler haline getirmek istiyorsak eğitim sistemimiz doğrudur. Yok, eğer fikri hür, vicdanı hür, kalkınmaya şahlanmış bir Türkiye görmek istiyorsak, onun yolu da, sözde değil özde milli eğitimden geçer. O yol ise Atatürk yoludur.

Necmi ÖZNEY

14 Nisan 2008 Pazartesi

BATININ KARANLIK TARİHİ VE ATATÜRK’ÜN YAYDIĞI IŞIK

Avrupalının geçen yüzyılın başlarında kendi dininden olanlara neler yaptığını ve Avrupa’nın karanlık bir dönemini, Avrupa uygarlığını anlamaya çalışarak hatırlayalım.

Başkalarına zulüm ederek yükseliş, ne denli acımasız olursa, oradan düşüşte o derece acılı olur.

Çağımızda insanlığın yararına olacak diye yapılan buluşlar, Batı tarafından yıkım için bugün nasıl kullanılıyorsa, ayni batı Rönesans ve Hümanizm düşüncelerini kullanılarak insanlık için kahredici azgınlıklar meydana getirmişlerdi. Avrupa’ya yeni bir Hıristiyanlık ruhu getirmek isteyen Reform hareketleri, benzeri görülmedik din kavgalarına yol açmış, o zamanlar yeni bulunan matbaa makinesi bile bazen kötü kullanılmış, bilgi ve kültür yerine dini yobazlık, Hümanizm yerine ise kaba bir etnik ve dini düşmanlık yaymaya başlamıştı.

Kanlı iç savaşlar Avrupa’nın hemen her ülkesini çöle çevirirken, yeni keşfedilen Amerika kıtasında da kâşiflerin insafsız elleri, eşi görülmedik bir barbarlıkla yerli uygarlıkları, canlı cansız bütün değerleriyle talan ve yok ediyordu. Hümanizmden hayvanca bir vahşete o zamanki bu geri dönüş, bugün bizim kuşağın şahit olduğu Afganistan, Irak işgalleri, savaş adı altında yapılan kıyımlara çok benziyordu.

Korkunç bir kin ve öfke kasırgası Avrupa’nın altını üstüne getiriyor, bütün insanlık için hala korkuyla hatırlanan ve insanı insan olmaktan utandıracak sahneler ortaya konuyordu.

Binlerce insan, türlü işkencelerle, asılarak, balta ile doğranarak, başı vurularak, yakılarak yok edilmiş, cesetler ortada bırakılmış. Yanmış, çürümüş cesetler günlerce kargalar ve akbabalar tarafından didik didik edilmişti.

Yobaz ve bağnaz Hıristiyan mezhep kavgalarının azgın boğuşması tüm Avrupa’yı öyle bir tarumar edip zindana çevirir ki, benzeri ancak bugün Irak’ta ABD askerleri tarafından yapılanlarda, İsrail’in Filistin’de yaptıklarında ve kısaca, Fransa’nın Cezayir’de uyguladığı kırımlarda görülebilir.

Katolikler tarafından Protestanlara karşı bir Aziz Bartholemeus gecesinde başlatılan dinsel kırım, bir günde on bin “Protestan kâfiri” yok eder. Protestanlar ise buna cevap olarak kiliseleri yakar, heykelleri yıkar, ele geçirdiği her “kâfir katoliği” öldürür.

Bu dinsel çılgınlıklar mezarda yatan ölüleri bile rahat bırakmaz. Aslan yürekli Richard’ın, Wilhelm’in mezarları bile tarumar edilir. Teslim olan askeri birlikler son erine kadar kılıçtan geçirilir. Nehirlerdeki su, içlerinde yüzen cesetler yüzünden içilemez, kullanılamaz duruma gelir. Zamanla niçin savaşıldığı da unutulur. Silahlı çeteler sarayları basar, yolları keser, protestanmış, katolikmiş, sormadan soyar öldürür. Ne can, ne mal, ne kilise güvenliği ve ne de konut güvenliği kalmamıştır.

Yukarıda ki yazılanların tümü o çağda yaşayan filozoflar, yazarlar tarafından kâğıda dökülmüştür. Kısa bir araştırma yaparsanız ki, şiddetle tavsiye ederim. Kimlerin kimlere neler yaptığını ve Batı’nın geçmişini daha iyi anlayacak, dünyanın şu anda içinde bulunduğu karmaşık ortamı bütün açıklığı ile göreceksiniz. Bize yutturulmaya çalışılan dinler arası diyalog, ılımlı İslam ve laiksin, laik değiliz tartışmaları sadece ve sadece karışıklık yaratmak, ülkemizi ve insanını ortaçağ karanlığında boğmak içindir.

İşte Siyonist tabanlı, emperyalist-Evangelist inancın, dünyanın geleceğinde görmek istediği manzara budur. Kendini uygar ve demokratik gören, kendini kandıran, geçmişi karanlık bir Batı’yı, Atatürkçülerin yaydığı aydınlık her zaman rahatsız ediyor.

Batı’nın ve yandaşlarının Büyük Atatürk’e karşı olmasının sebebi, O’nun yaydığı insanlık ve medeniyet ışığının yok edilemez aydınlığıdır. O’nun nurlu ışığı vampirleri çok ama çok rahatsız ediyor.

Necmi ÖZNEY

8 Nisan 2008 Salı

SALDIK ÇAYIRA MEVLAMIZ KAYIRA

Türkiye'de bugün yaşanan ekonomik istikrar bozulmasın söylemlerini incelediğimiz ve günümüz Türkçesine çevirdiğimiz zaman anlamalıyız ki, üstü bir şeylerle örtülmeye çalışılan bir ekonomik kriz var demektir. Sanayide, tarımda ve hayvancılıkta ürküten bir gerileme ve üretimde düşüş yaşanmaktadır.

Ülkemiz, son altmış yılda ve sıkıntı çekilen dönemlerde dâhil olmak üzere, ortalama büyüme hızında, yüzde 5 seviyelerinde seyrediyordu. Şu son beş altı senedir yüzde 2 leri el yordamı ile arar vaziyete gelmiştir.

Temel tüketim mallarında reel enflasyon oranı yüzde 15–20 arasıdır. 40 milyar dolar civarına erişen cari açık Türkiye'nin geleceğini ve gelecek kuşaklarını tehdit ediyor. Tüketim düşmeye başladı ama cari açık durmadan büyüyor. Bu tehlikeli bir durumun habercisi olmaya başladı. Hala birileri ekonomi iyiye gidiyor diyorsa, bundan endişe duymaya başlamamızın zamanı gelmiş demektir.

Türkiye'nin dış pazarlarda rekabet şansı bitmek üzeredir. İç Pazar ve finans sektörü ise milleti uyandırmadan ve ürkütmeden yabancı sermaye tarafından ele geçirilme operasyonunda ellerini havaya kaldırmış teslim olmak üzeredir.

Türkiye'de 12 milyon insan günde 2,5 TL’nin altında bir meblağ ile geçinmeye çalışıyor. Türkiye'de esnaf nerdeyse bitmiş, işadamı ve şirketler artık nefes alamıyor. İşsizlik oranı, çalışıp üretmesi gereken nüfusun yüzde 20 sine ulaşmış. Kişi başına milli gelirin artmış olması bir masal, ancak kâğıt üzerinde kalacak bir rakam. Basit hesaplamalar ile rakamlarla oynayarak ortaya çıkan sanal bir artıştır.

Türkiye, dünyada en fazla faiz veren ülke unvanına sahip. Geri kalmış ülkelerden bile daha fazla faiz ödüyoruz. Tabii olarak bu durum sürdürülebilir bir durum olmadığından, ne olacaksa olsa da, soruna kalıcı bir çözüm getirilebilse diye düşünenler çoğalıyor. Krizin örtülü olmasının sebebi, finansal ve ticari piyasada fazla yabancı yatırımcının olmasındandır. Adam parasını Türkiye piyasasına yatırmış, bir şeyler daha kazanmak için ortalığı bulandırmamaya çalışıyor. Ekonominin dümenine yapışmış ellerden biride bunların eli. Bu durum ise finansal piyasada yabancılaşmayı daha da arttırıyor ve ekonomik işgali biraz daha yaygınlaştırıyor.

Türkiye resmi ve özel sektör eliyle borçlanma rekorları kırıyor. İhracat yapan Özel sektörün ihraç rakamlarına sahip çıkılırken, bu ihracatı yapan özel sektörün borcunu hesaba katıp borçtan saymamak ciddiye alınacak bir davranış değildir. Türkiye’nin yiğitleri borçlanacak kapı ve satacak bir şeyler kalmadığı zaman ne yapacaklar, düşünmek bile istemiyorum. Bu durum benden sonra tufan durumudur. Bugün yaptığımız şey, ekonomik sanal havanın biraz daha sürmesi için, Türkiye'nin şimdiye kadar yapmış olduğu birikimlerin özelleştirme adı altında yabancılara devridir.

Amerika’da veya Avrupa'da kriz çıktı çıkacak deniyor, Bizim piyasalar kılını bile kıpırdatmıyor. ABD Irak’a ilk bombayı attığı zaman piyasa çalkalanmış, dolar alt üst olmuştu, yani işadamından esnafa kadar hepsi bir şeylerden etkilenmişti. Artık piyasalar hiçbir şeyi umursamıyor. Böyle bir ekonomik yapı normal değildir, anormal bir sürece girilmiş demektir. Bu ekonomik politikanın hala sürdürülmeye çalışılması ise ülkemizin geleceğini karartıyor. Kısaca piyasa, sabah dükkânını açıp, akşama varlığından bir şeyler kaybetmemeye çalışıp ufak ufak sermayeden yiyerek dükkân kapatmaya alışmış vaziyete gelmiştir. Esnaf ve işadamı için bu durum, bir süre daha direnelim diyerek sürdürülebilecek bir durum değildir.

Aslında bu sürecin iki ucu da tıkanmış görünüyor. Anlayacağınız, ekonomik durumumuzu deyim yerinde ise, idare etmeye çalışıyoruz.

Aman, ekonomiden bana ne. Nasıl olsa yapacak bir işim yok, yaş olmuş elli dokuz, Allah vermiş iki çocuk, şu dar dünyada bir eksiğim kalmış, o da memleketin geleceği için bir çocuk. Vakit geçirmeden onu tamamlamaya çalışayım bari. Nasıl olsa Türkiye’de nitelik değil nicelik geçerli. Salarım ortaya, Mevlâm kayıra.

Necmi ÖZNEY

3 Nisan 2008 Perşembe

EKONOMİNİN GÜVENSİZ DURUMU

İşsizlik, cari açık oranı, durgunluk içinde enflasyon ve ihtiyatsız bir şekilde özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma çalışmaları, Türkiye içinde bir güvensizlik ortamı meydana getirmektedir.

İşsizlik oranının negatif bir şekilde artması akılcı ve geçerli bir istihdam politikasının belirlenmemiş olması yüzünden meydana gelmektedir. Kim ne söylerse söylesin yüzde 20 ye varan işsizlik 2008'de daha da artacağa benziyor.

Her yeni yıla girerken Türkiye ekonomisi için yeni bir yükselişin dönüm noktası olduğu söyleniyor. Ama hiçbir kimse, evvelki yıllardaki belirlenen hedeflere ulaşılıp ulaşılamadığının muhasebesini nedense yapmıyor. Söylemlere göre, ekonomi, istikrar içinde ve gayet iyi, fakat sokaktaki vatandaşın bu iyi gidişatı hissetmediği ve daha da dibe vurduğu hakikati ise çizilen tablonun göründüğü kadar pembe olmadığını meydana çıkarıyor. Hâlbuki istikrarlı ve iyi bir ekonomik ortamda işsizliğin de makul bir şekilde azalması gerekiyor.

Türkiye'deki anılan sözde büyüme üretimden kaynaklanmıyor. Büyüme ve istikrar dedikleri şey, borçlanmaya dayalı tüketim harcamalarındaki artışa bağlı olarak gerçekleşiyor. Böyle bir çarka kapılmış Türkiye'nin ekonomisin düzelmeyeceği ve bir batağa saplanacağı gerçeği apaçık ortadadır.

Milyar dolarlar civarında dış açığın kapatılacağı ve ekonominin düzeleceğine dair nutuklar atılsa da, ekonomik durum bunun tam tersini gösteriyor. Cari açık probleminin gelecek dönemler için büyük krizler yaratabileceği gerçeği göz ardı ediliyor.

Türk lirası değerli bir para olmuşmuş. Türk lirası söylendiği gibi aşırı değerli bir para olsaydı yabancı yatırımcıları da olumsuz yönde etkilerdi. Hâlbuki bunun aksine yabancı kapar kaçar sermayedar avantadan para kazanmak için Türkiye’yi tercih ediyor.

Türk yatırımcıda üretici değil ithalatçı olma düşüncesi güçlendirmektedir. Üretimden vaz geçiş ayni zamanda işsizlik sorununu tetiklemektedir. Üretimden vazgeçilmesi sonucunda ise, dış borçlarını ödeme mecburiyeti olan Türkiye'nin açıklarını borçla kapatması da pek mümkün olmayacak gibi görünüyor.

Enflasyon hesaplamalarının daha gerçekçi olması, tahminlerin ve gerçekleşen enflasyon oranın halka doğru anlatılması bundan böyle şarttır.

Türkiye’nin özelleştirme politikalarına ciddiyetle eğilmesi ve toplumun faydası hesabını ön planda tutması gerekir. Hesapsız kitapsız, babalar gibi satmak, Türkiye'deki pek çok sektörde işsizliğin artmasına yol açmaktadır. Özelleştirilen kuruluşu devralan kuruluş için, belli bir oranda ve Türkiye’de yatırım yapma şartı getirilmesi, özelleştirmenin sebep olabileceği işsizliği önlemek için biraz fayda sağlayacaktır.

IMF’ye sorarsanız, Türkiye büyüme hızında, ikişer basamak birden atlıyor. Kısacası 2008 yılının da ekonomi bakımından iyi bir yıl olması mümkün değil. ABD ve dünya ekonomisindeki gidişat, bağımlı Türkiye ekonomisini çok kötü etkileyecek gibi görünüyor.

Necmi ÖZNEY