30 Mart 2008 Pazar

ATATÜRK GENÇLİĞİ GELECEĞİMİZDİR

Atatürk gençliği yalnızca bugünün değil, aynı zamanda Türkiye’nin geleceğinin de sahibi ve yapıcısıdır. Gençliğimiz, güzel yurdumuzun geleceğinin teminatıdır.

Halkımız doğacak, yaşayacak ve ölecek, fakat güzel yurdumuz hep var olacaktır. Vatan, ölümlü bireylerle yaşayan ölümsüz bir varlıktır. Bu varlığı sağlayan şey, İnsanların fiziki varlığından daha çok, toplumun, sağlam temeller üzerine kurulmuş kültürel yapısıdır.

Bir toplum içerisinde yer alan bireyler, gelecek nesillerine kültürlerini, bilgilerini ve tecrübelerini aktarmaya ve toplumlarının sağlam bir geleceğe taşınmasına köprü olmakla yükümlüdürler. Bu da, bu büyük ivmeyi oluşturacak her bir bireyin, milli şuur sorumluluğu ile yetişmesine ve yetiştirilmesine bağlıdır. Her nesil bir önceki neslin üstüne kurulur. Temeli sağlam olmayan binaya yeni bir kat daha çıkamazsınız.

Milletler için de bu aynı ile geçerlidir. Milletler de ancak, kendisini oluşturan millet bireylerinin milli sorumluluk bilinci ile yetişmesi ve buna uygun davranışlar geliştirmesi ile hayatlarını devam ettirebilirler. Tarihe baktığımız zaman, kültür aktarımı yapamamış veya dış tesirler sebebi ile yozlaşmış kültürler sebebi ile yeryüzünden silinmiş nice büyük milletlerin acı verici hikâyeleri ile dolu olduğunu görürüz.

Türk Gençliği bu ülkenin geleceği ve teminatıdır. Gençlerimize gurur ve güvenle bakmalıyız. Tarihimizden süzülüp gelen bilgi ve tecrübeler ışığında her yeni nesli daha iyi ve daha sağlam yetiştirerek, ülkemizin geleceğini teslim almaya hazır hâle getirmeliyiz. Bu görevimizi yaparken verdiklerimiz kadar alacağımızı bilerek davranmamız gerekir.

Gençlerimizin iyi bir insan ve vatanını seven bir vatandaş olarak yetişmeleri için gereken şartları da hazırlamalıyız. Bunların en başında ise milli toplum bilincinin doğru olarak verilmesi, Atatürkçü düşüncenin genç benliklerinde yeşermesini sağlamak gelmektedir.

Ülkemizde son zamanlarda oluşturulmaya çalışılan ve halkımız için endişe verici bazı olumsuz gelişmelerin seyrini büyük bir dikkatle izlemek, bunu toplumun diğer bireyleri ile paylaşmak ve bunlar için gereken tedbirleri düşünmek, her vatandaşımızın üzerine düşen en büyük görevlerden biridir.

Türkiye ve Türk milleti, milli şuuru ile kalkınma, adil gelir dağılımı, demokrasi, insan hakları, sosyal devlet ve laik Cumhuriyetin korunması gibi devletin var oluş öğelerinin saptırılmasına karşı, bunları korumasını bilecektir. Halkımız bunu dünya tarihinde ki yeri ve şanına uygun, o şana yaraşır bir şekilde bu koruma görevini başaracak ve düze çıkacaktır.

Yeter ki;

Devlet ve toplum olarak, en başta Avrupa Birliği ve ABD olmak üzere, kendimizi bu ülkelerin uydusu haline getirmeyelim. Milli şuurumuzu onlara teslim etmeyelim. Bize tavsiye ve direktif vermelerine müsaade etmeyelim ve onların bize vermeye çalıştığı rolü kabul etmeyelim. Fert olarak, yalnızca kendimizi kurtarmayı düşünmeyelim.

Bunlardan kendimizi koruyamazsak kendi kendimize adam olamayacağımızı yazan, çizen teslimiyetçi ve mandacı bir sürü hain zibidi etrafta boy göstermeye başlayacaktır. Meydanı bu hainlere bırakırsak, “bu millet adam olmaz, medeniyet AB’de” gibi böğürmelerini zehir gibi içimize akıtarak milli kimliğimizi yok etmeye çalışacaklardır ve çalışıyorlar da.

Bütün değerlerimizi çiğneyerek ve halkı kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen yığınlar haline getirerek toplumsal yozlaşma ve ayrışma meydana getirmek istiyorlar. Bu hainler, yalnızca kendilerine değer vererek ve kendi şahıslarını âdeta bir put hâline getirerek halkı kendilerine taptırmaya çalışıyorlar. Vatanımızı seven bireyler olarak her zaman kendimizi bunlardan korumalıyız ve kendimize her an samimiyetle sormalıyız.

Bu gün yurdum için ne yaptım?

Necmi ÖZNEY

27 Mart 2008 Perşembe

MANDA BEYNİ TAŞIYAN SIFATSIZLAR

Türk toplumu, yaklaşık iki yüz sene evvel ihtişamının sonunu yaşamış ve zirveden çok aşağılara düşmüş, çok büyük acılar yaşamış bir medeniyetin şanssız evlatlarıdır. En az iki yüzyıldır, namertlerin biçimlendirmeye çalıştığı ve kendimiz için doğru yolu bulmaya çalıştığımız bir dünyada yaşam savaşı vermeye çalışmaktayız. Emperyalist dünya çok zalimdir. Eğer kendi benliğimizi korumayı bilmez ve bunları ciddiye alamazsak, kader hükmünü merhametsizce yerine getirmeye başlayacaktır.

19 Mayıs 1919 dan itibaren kırılmaya başlayan makûs talihimiz, Türk’ün eski günlerini geri getirmeye başladı, Büyük Atatürk’ün önderliğinde yapılan büyük atılımlar ve kısa zamanda yapılan büyük devrimlerle, Türk’ün asil kanı, halka yeni bir can vermeye koyuldu. 1950 lere kadar gelişen Türkiye Cumhuriyeti dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olmuştu.

Yüksek ve şanlı bir maziden sonra aşağılara inmiş, Türk olmanın aşağılandığı bir imparatorluk idaresi sonunda ise bazı kişilerde, manda hastalığı oluşmuş ve bu da bu kişileri Cumhuriyete karşı ihanete sürüklemiştir. Bilinçli veya bilinçsiz olarak, bu hastalığı kapmış kişilerin mirası, kanı bozuk bazı kişilere, hala Cumhuriyete karşı olan ihanet biçimlerine yön vermeye devam etmektedir.

Gerçi vatanı savunma her an devam etmektedir. Fakat teslimiyetçi, mandacı güruhun Cumhuriyeti yıkım çalışmaları da el altından hala devam ettirilmektedir. Bu teslimiyeti bir şekilde içine sindirmiş, batıya sadece ekonomik unsurlarını değil, ondan daha tehlikeli bir şeyi, ruhlarını bile teslim etmiş bir insan tipi oluşmuştur ki, bu bizim satılmış dediğimiz, aydın görünümü sergilemeye çalışan tiplerdir. Satılmış, milleti ile manevi bağı yok olmuş, ulusal düşünme yeteneğini kaybetmiş bu satılık kişiler her ne kadar kendilerine aydın yaftası koymaya çalışsalar da, gerçek anlamdaki aydın niteliğinin yanından bile geçemezler.

Bir kültürün, en üstte bulunması gereken unsuru anadil gibi toplumun büyük kesimimin ortak paydası olan en büyük birleştirici bir öğe bile, böyle zibidiler tarafından bozunuma uğratılmaktadır. Bunların arasında öyle kişiler vardır ki, kendi dillerini yeterli bir şekilde kullanamadıkları halde, herhangi bir yabancı dilde, daha iyi konuşup düşünebildiklerini söyleyebilen mallar vardır. Bunların davranışları toplumda ciddi manevi yaralanmalara ve hatta çöküntülere sebebiyet vermeye başlamıştır. Bunlara inanan toplumun bazı kesimleri, bu davranışlara bilinçsiz olarak ortak olmaya başlayınca bu yozlaşma derin bir bozulmaya sebebiyet vermekte, bu da, yıkıcı bir milli kültür kaybı meydana getirmektedir. Meydana gelen kişilik ve bilinç yırtılması ise, çok ciddi ve iflah olmaz, tedavi kabul etmez bir problemi ortaya çıkarmaktadır ki, bu da, topluma yabancılaşma ve ayrışmadır.

İşte bunları organize edenler, ABD ve AB karşısında, her şeyi ile kayıtsız şartsız teslim olmuş, kendi toplumunun bütün kültür unsurlarına, tarihine, dinine, diline yabancılaşmış. Dahası, devlete düşman, millet ile birleşmesi gereken bağları fiilen kopmuş, yabancılaşmış ve satılmış olan bir topluluk ki, bunlar, satılmış sıfatsızlardan başkası değildir. Bu toplumun Atatürk İlke ve devrimlerine inanmış, gönül vermiş fertlerinin en birinci görevi ise, ilk önce bunlarla mücadele etmek olmalıdır.

Necmi ÖZNEY

23 Mart 2008 Pazar

BİLİNÇLİ BİR TOPLUM OLUŞTURMAK VE POLİTİKA

Dünyanın neresinde olursanız olun, politikacıları dinlediğiniz zaman, size hizmet etmek için veya size hizmet etmekte iken yapacakları ve yaptıkları iyi hizmetleri anlatmakta meşgul olduklarını görürsünüz.

Bütün bu söylenen kelamların sonunda düşündüğünüz zaman, bir parti veya bir kişi için, iktidar olmanın bir gaye değil bir vasıta olması gerektiğini anlarsınız, zaten işin doğrusu da bu olmalıdır. İktidarlar kendisi için değil de, kendisini de aşan iyi bir amaca yöneldiğinde halk için bir kıymet ve meşru bir durum kazanırlar.

Bir iktidar'ı halkın gönlünde meşru kılacak tek şey, onun amacının kendisini seçen çoğunluk için değil, halkın çoğulluğu için faydalı olmasıdır. İşte bu amaç meşru ise o iktidar ona oy vermeyen halkın gözünde de meşru demektir.

Sadece belirli bazı verilere dayanarak meşru olduğunu iddia veya kabul etmek, yalnızca bir saplantıdır. Meşru iktidar olmanın tek yolu aslında toplumsal mutabakattır. İktidar olmak için, toplum ile iletişim kurmanın ve bu maksatla halkın çoğulluğu ile ortak bir dil geliştirmenin asıl amacı da bu olmalıdır. Bir parti veya iktidar partisi mensupları, hâkimiyet ile değil toplumun büyük bir çoğunluğu ile bütünleşerek iktidar olmak, toplumun gücünü şahsında toplayarak, topluma hizmet ederek aldığı gücü geriye döndürmek zorundadır.

Gücün ve bir İktidar'ın asıl kaynağı ve sahibi toplumun genelidir ve bu da toplumla, toplumsal mutabakat ile bütünleşmeyi vazgeçilemez bir mecburiyet hâline getirir.

İnsan doğası gereği, iktidar gücü de, her güç gibi kendi kendisini kontrol edemez, kendi isteği ile kendi otoritesini de sınırlandırmayı istemez. Hariçten bir müdahale ile kontrol edilmediği takdirde otorite alanını devamlı genişletmek ister.

Herhangi bir politik oluşumun taraftarı olan bireyin, genellikle hayat hakkındaki görüşleri ve düşünce ufku dardır. Bütün dünyası genelde kendisi, ailesi ve yakınları ile sınırlıdır. İşte toplum ve millet bilinci meydana getirmek bu durumu yok eder. Bilinçlenen bireyler de içinde yaşadıkları toplumun yararına bir şeyler düşünmeye başlarlar. Bu da çağdaş ve milli bir eğitim politikası ile mümkündür.

Eğitimsiz ve koyun gibi idare edilmeye alıştırılmış bir toplum yabancı tesirlere de açık hale getirilmiş bir toplumdur. Böyle bir vaziyete gelmiş bir toplumun görev verdiği yöneticilerin o toplum için meşruiyeti de tartışılır bir duruma gelir. Çünkü toplumu yönetecek kişiler görevlerini yalnızca kendi halkının hür iradesinden almalıdır.

Tarih bilincine sahip, bugünü anlayabilen, gelecek hakkında fikirleri olan ve konuşan, düşünen bir toplum ideal bir toplum demektir. Bir toplum yalnızca o anda toplum içinde yaşayan insanlardan meydana gelmez. Milleti meydana getiren toplumun tarihi bir sorumluluğu olduğu gibi birde gelecek kuşaklara ileteceği borcu vardır. Dünyayı her sabah yeniden ve dün kaybettiklerimizi bugün tekrar yerine koyarak kuramayız.

Onun için tüm toplumu ilgilendiren kararlar alınırken tarihe karşı bir sorumluluk bilinci duymalı, şimdiyi ve geleceğimizi ön planda tutmalıyız. Kırmızı çizgilerimiz tekrar oluşmalı, toplum olarak her olguyu stratejik düşünme boyutuna geçirmeyi öğrenmeliyiz. İşte derin devlet veya devletin devamlılığı kavramı bu demektir.

En iyiye yaklaşmak ve bu şekilde daha sağlıklı, daha eşitlikçi ve bilinçli bir toplum yaratmak için, şu anda bilinen en iyi yol, Atatürk ilke ve devrimlerinin hiç vakit kaybetmeden eğitim alanında ve diğer alanlarda acilen daha etkin bir duruma geçirilmesidir.

Necmi ÖZNEY

17 Mart 2008 Pazartesi

DEVLET YÖNETMEK İÇİN YASALARA SAYGI GEREK

Bir ülkenin anayasasına ve kuruluş felsefesine uymayan, eline fırsat geçtiği an anayasayı bir yerlerinden delmeye çalışan, kafasına esen her işi, bunu halk böyle istiyor, çoğunluk bende diyerek halkın diğer çoğunluğunu görmemezlikten gelen partilerden, cumhuriyet savcılığı kurumu olmazsa millet acaba kendisini nasıl koruyabilir? Savcıların görevi, herhangi anayasa ve hukuk dışı bir durum baş vermeye başladığı an halk adına harekete geçmektir.

Demokrasinin yavaş yavaş aşındırılmasından şüphe duyulduğu an, eğer o devlet bir hukuk devleti ise tabii olarak hukuk sisteminin acil olarak harekete geçmesi gerekir. Cumhuriyetin Hâkim ve savcılarının en saygı duyacağımız kişiler olması gerekir. Bir savcının muhatabı olan kişi veya kuruluşa düşen ise, hiçbir söz dalaşına girmeden kendisine yapılan iddialar karşısında kendini temize çıkarması gerekir. Çünkü bir Cumhuriyet savcısı keyfi olarak hareket etmez, edemez. Bir savcının elinde yeterli delil oluşmadan her hangi bir şey için dava açma hazırlığı yapmaz. Sayın Başsavcı yeterli delil bulmuştur ki, daha fazla beklemeden davayı açmıştır. Herkese eşit mesafeli durmak ve elde edilen delilleri zaman aşımına uğratmadan mahkemeye sunmak, işte tüm savcıların asli görevi de zaten budur.
İbretle izliyoruz, herkes her aklına geleni neredeyse hakarete varan bir tarzda konuşmaya başladı. Atmosfere niçin olduğu anlaşılamayan bir panik havası yayılmaya başladı.

Anayasa mahkemesi, hâkimleri ve savcıları ile Türkiye’nin temel direğidir. Onlar yıpratılmaya kalkışılırsa devletin devamı tehlikeye girer. Birileri özgürlük ve demokrasi naraları atmaya başlamasın, demokrasiler kendilerini geliştirebildiği ve tehditlere karşı koruyabildiği ölçüde vardır. Bundan sonra sözü Anayasa Mahkemesi söyleyecek, yargı sürecini etkilemeye yönelik her hareket ve konuşma başka iddianamelere neden olacaktır. Onun için telaş etmeye ve paniğe gerek yok.

Aslında, konu Türk halkı için hiç sürpriz olmadı. Çünkü 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonraki tutum ve kendisini devletin mutlak hâkimi sayan davranışlar ile adeta böyle bir sonuca gelinmesini, ulaşılan bu süreçte yönetim isteyerek kendisi hazırlamıştır.

Milletin, anayasal kurumların, özgürlüklerin, kadınlarımızın, Atatürk ilkelerinin ve bunun gibi daha birçok şeyin bile bile tehlikeye atıldığı ve hiçe sayıldığı ortadadır. Kimse kâhinlik yapmıyor ama artık süt bebeleri bile bunun farkına varmaya başlamıştır.
Türkiye ve Türk halkı, geçmişinde hiçbir zaman bu kadar onuruyla oynanmamış, başka milletler karşısında bu kadar aşağılanmamış ve hiç bu kadar güçsüz bırakılmamıştı. AB ve ABD’nin davranışları ise hiç hoş durmadı. Birileri onlara Türkiye’nin sömürge ülkesi olmadığını anlatması lazım ama bunları anlatması gereken kişi ve kurumlar kendi ikballerini bir tarafa koyması gerekir.

Türkiye’de kimse parti kapatma sevdalısı değildir. Ama Türk halkı onlarca hayati konu varken sudan konuları da aylarca tartışmak istemiyor. Bindirilmiş yandaşların şak şakları ile zamanı boşa geçirmek ülkemizi felakete sürüklüyor. Zaman, işçiye, esnafa ve ekonomik zorluk içindeki halka bire bir kulak verme ve devleti hakikaten yönetme zamanıdır.

Necmi ÖZNEY

13 Mart 2008 Perşembe

HALA HER ŞEY YOLUNDA DİYEBİLİYOR MUYUZ?

ABD emperyalizmi, Ortadoğu merkezli ve zamanla çemberi genişleyecek, sonunda ise tüm dünyayı içine alacak bir planı rahatça uygulamak için ulus devlet istemiyor. Türkiye’de ise ulus yapılı bir devlet hiç istemiyor. Bunun için Türkiye’yi bölmek için ne lazımsa uygulanıyor.

Ulus bile olmayan, deyim yerinde ise yetmiş iki buçuk milletten meydana gelmiş Amerika’nın ulusal çıkarları var ve ABD kendi ulusal çıkarlarını kolluyor, fakat diğer uluslar çıkarlarını kollamaya veya kendilerini korumaya gelince, ulus devlet çağ dışı sayılıyor.

ABD açısından böyle bir durumun doğru bir davranış olduğunu kabul edelim. Tamam, soyacak, öldürecek, sömürecek, bu davranış emperyalizmin doğasında var. Buraya kadar olanlar emperyalizm açısından bakıldığında doğru ve normal. Şöyle bir düşünce üretebiliriz. Emperyalizmin hedefindeki devletler bütün bunların bilincine varıp, devletini ve halkını korumak için gereken bütün tedbirleri alsın halk rahatlasın.

Halkların çoğunluğu bunun böyle olması gerektiğini düşünüyor ama hükümetler nasıl davranıyor? Ettikleri yeminlere sadık kalıyorlar mı? Ana sorun bu.

Devletler farklı etnik ve farklı dini kökendeki bireylerin ortak bir paydada diğer tüm etkenlerinde olumlu bir şekilde sağlanması sonucu, anayasal uzlaşması ile oluşur.

İşte size, bir devleti sarsmak ve bölmek için bozulması gereken üç ana unsur. Etnik ve dini düşmanlıkları körüklemek ve hukuku hiçe sayarak Anayasa ile oynamak. İşte çökertmenin birinci basamağı budur.

Güçlü bir ekonomiye sahip ve bunu milletlerarası arenada kullanabilen devletler bu girişimleri engelleyebilecek güce sahiptirler. Büyük Atatürk’ün söylediği ekonomik bağımsızlık işte böyle bir durumun seslendirilmiş şifresidir.

Halkın ortak malı olan ve devleti yönetenlerin tasarrufu altındaki her kamu kurumu başlı başına bir ekonomik güç demektir. Bütün bu kamu kurumlarının birleşimi ise o devletin ekonomik gücünü oluşturur.

Devlet, ekonomik yapı olarak güçlü olunca, normal olarak bireylerin büyük bir çoğunluğu da ekonomik olarak çok güçlü olmasalar bile ele güne muhtaç olmadan yaşayabiliyor demektir.

Ortak değerlere sahip olmakta bir devletin ayakta kalmasını sağlayan en mühim unsurlardan biridir.

Şu zamanda yaşanan dış kaynaklı etnik bölme çalışmaları, bu çalışmaları destekleyen işbirlikçiler, ayni şekilde dış kaynaklı olarak, beş koldan dini ayrışmalara, dinin yozlaştırmasına sebep oluyorlar. Anayasal uzlaşmanın bozulmasına çalışıyorlar.

Ekonomik darbenin gelmesi ve ekonominin vurulması, çökmesi an meselesi. Ekonomik yapısı kuvvetli kamu kurumları önce zayıflatılıyor sonra da özelleştirme adı altında yabancılaştırılıyor. Bankalar yabancılara satılıyor. Bu bankaları satın alan güçler halkı kredi kartı kullanma adı altında borçlandırıyor ve harcama bağımlısı yapıyorlar. Halk borçlandırılarak ilerde olacaklara karşı sahipsiz ve müdafaasız duruma sokuluyor. Yakında bir ekonomik bunalım çıkar ve halk çaresiz duruma düşerse alacakları tepki ortadadır. Halka sahip çıkılmayacak, “ Harcarken bize mi sordunuz? “ Gibi bir tepki ile karşı karşıya kalacaklardır. Ben banka sahibi olsam, alacaklarımı zamanı geldiğinde bir an evvel tahsil etmek için kanun çıkartılmasını bile isterdim. Aklımıza gelenler başımıza gelirmiş. O duruma düşmemiz de çok yakın gibi görünüyor. Sosyal güvenlik yasası devreye sokulmak isteniyor. Aslında yasanın adı HGBY, “halkın geleceğini budama yasası” olmalıydı. Bu da başka bir dert sarmalı.

Büyük Atatürk’ün ilke ve devrimleri çiğnenmeye yok edilmeye çalışılıyor. Bundan daha büyük bir zulüm düşünemiyorum. Bunların yanında ermeni meselesi, kuzey Irak meselesi gibi meseleleri konu bile etmiyorum. Aynanın arkasını iyi inceleyin. Hemen dönün aynanın ön yüzüne, kendi gözlerinizin içine bakarak, kendiniz sorgulayın kendinizi. Bakın daha neler neler çıkacak, saçılacak ortalığa. Hakikatler balyoz gibi inecek beyninizin üstüne.

Necmi ÖZNEY

9 Mart 2008 Pazar

TÜRK HALKI HERŞEYİN FARKINDADIR

Birden bire ne oldu da ABD, Türkiye'nin PKK'ya karşı hava ve kara operasyonu yapmasına ses çıkarmadı hatta harekâta sözüm ona destek bile verdi. Hâlbuki PKK, ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra önemsenecek bir şekilde Amerika tarafından desteklenmiş, takviye edilerek güçlendirilmişti.
Irak’ı işgalinden sonra PKK'yı destekleyerek Türkiye'yi karıştıran ve Türkiye’ye karşı bir terör örgütü olarak kullanan ABD neden birdenbire politika değiştirdi?

ABD Irak işgalinden önce, bölgede bazı ülkelerin yönetim kadrolarına baskı yaparak sindirme harekâtına başladı ve bazı ülkelerde ise iktidar değişikliği yaptı. Suriye, İran gibi ülkeler kendi dertlerine düştüler. Bazıları ise Amerikan güdümüne girdi.

ABD, Türkiye'de ve Dünya’da güvenilirliğini büyük ölçüde kaybetti. Irak'ta siviller hala katlediliyor, Kuzey Irakta Barzani adam yerine konularak paye sahibi yapılmaya çalışılıyor. ABD tarafından desteklenen PKK, Şu anda Barzani’nin emrinde bulunuyor. Barzani’yi konuşturup, kullanarak Türkiye’yi bir iç savaşla tehdit ettirerek, karışıklık yaratmak için çalışılıyor. Türk halkının büyük çoğunluğu da olayların farkında ve tabii olarak ABD'ye karşı tavrını ortaya koyuyor.

ABD ve AB, BOP projesi gereği Türk kamuoyunda oluşan ABD karşıtlığını değiştirmek için, sanki PKK’ya karşı Türk ordusuna istihbarat veriyormuş, PKK’ya karşı Türkiye’nin yanındaymış havasını basmaya çalışıyor.

ABD’nin bu hesaplarının ardında, Afganistan’a asker alabilmek ve İran'a karşı gireceği bir savaşa Türkiye'yi de dâhil edebilmek yatıyor.

ABD Ordusu profesyonel askerlerden meydana gelmiş bir ordu ama ne kadar vahşi ve acımasız olsalar da Irak'ta ve Afganistan’da batağa saplandılar. Bölge ile ilgili planları tehlike sinyalleri vermeye başladı. Büyük Ortadoğu Projesinin yolunda gitmesi için hâlihazır yerli işbirlikçiler de artık yeterli olamıyor. Halkın çoğunluğu artık arkalarında değil.

Bu durumun önlenmesi ve gelişen olayların ABD çıkarları yönünde kullanılabilmesi için Türk ordusunun Amerikan ordusu ile beraber çalıştığı ve ortak düşman PKK’ya karşı istihbaratla olsa dahi birlikte olduğu imajı verilmeye çalışılsa da artık kimse yemiyor.

Aslında, böyle bir harekâtın Mehmetçik tarafından böyle bir mükemmellikle yapılabileceğine ihtimal vermiyorlardı. ABD’nin ezberi Mehmetçik tarafından bozulmuş oldu. Bazı izansızlar ABD’nin oyununa gelerek ordumuza laf salatası yapsalar da milletimiz kimin ne demek istediğini gayet iyi anlıyor.

Barzani, Talabani, PKK aynı çeşmeden su içerler. Bu çeşmenin başında Türkiye’de siyaset yapan bazı kesimler de yerlerini almıştır. Oynanan oyunun şimdiki bölümü artık terör örgütünü politika arenasına çekebilmektir. BOP ve Kuzey Irak projesi aynı kareye alınarak, Türkiye aleyhine yeni bir raya sokulmaya çalışılmaktadır.

PKK'nın politik ayağı şu anda zaten mecliste fakat deşifre vaziyete gelmişlerdir. Halk artık kimin neler çevirdiğinin, kimin neleri pazarladığının farkına varmak üzeredir. Fakat çok geç kalmadan doğruları görmeli, gereken tedbirler alınmalıdır.

Avrupa Birliği de bu aşamada asli rolü gereği sahneye çıktı, aynı şarkıya eşlik ediyor. PKK ile masaya oturmamız gerektiği nakaratı başladı. Bu davranışların arkasında BOP ve ABD’nin olduğundan şüpheniz olmasın. Dikkat ederseniz yönetmenler senaryoyu büyük bir titizlikle uygulamaya çalışıyor.

Türkiye’yi ve Bölge ülkelerini bekleyen en büyük tehlike BOP’tur. ABD, AB ve İsrail için bu proje Dünya’yı sömürmek ve yapacakları soygunları emniyet altına almaları için hayati önem taşımaktadır. Türkiye ve Türk ordusunun varlığı, bölge ve Dünya ülkelerinin selameti için en güçlü sigortadır. Dolayısı ile Ordumuz, emperyalistler için baş edilemeyecek ve yıpratılması gereken bir güçtür.

Kuzey Irak, BOP için rahat hareket edebileceği bir coğrafyadır, PKK ise BOP için el altında olması gereken bir araçtır. Bazıları çok istedikleri halde, Türkiye’de hiçbir kimse, PKK ve dolayısı Talabani veya Barzani ile masaya oturamaz. ABD, Ankara’yı Barzani veya Talabani ile masaya oturtarak bir Kürdistan devleti kurma hareketinin meşrulaştırılmasının altyapısı hazırlamaya başladı ve Talabani’yi Ankara’ya gönderdi bile.

Batı medyası ve kamuoyu PKK’yı terör örgütü saymıyor. Kerhen söylediklerine bakmayın. PKK, onlar için BOP’a ulaşmanın mihenk taşlarından biridir. BOP’un ilk adımı ise Kuzey Irak’ta kurulması düşünülen Kürt devletidir. Hepsi iyi güzelde bunları planlayanlar nereleri ile düşünüyorlarsa bilmem ama hala farkında değiller. Giydikleri don, düşündükleri yeri fazlaca sıkar. Söylüyoruz işte açık açık, bu iş sıkar.

Necmi ÖZNEY

5 Mart 2008 Çarşamba

DÜNYADA ALTI MİLYAR ŞEYTAN OLSADA…

Bütün insanlığı, biz ve diğerleri şeklinde acımasız bir davranışla bölümlere ayırma, her olguda olduğu gibi, Dünya genelinde şu ve o ayırımı yapmadan bütün dinlerde ve dincilerde vardır. Hemen, hemen her dinci, genellikle, diğer dinlerin mensuplarını ve inananlarını kâfir olarak nitelendirmektedir ki, bu, insanın reddedilmesi ve dışlanmasından başka bir anlam taşımaz.

Hatta aynı din içerisinde farklı mezhepler ve farklı cemaatler arasında bile bu tür davranışlara rastlanılabiliyor. Bu grup üstünlüğü kompleksi, esas itibariyle ben’in yüceltilmesinin bir tezahürü olup, çıkış noktası ise liderin şahsi bencilliğidir.

Toplumu, değişik nüanslı inanış merkezleri şeklinde bölecek olursak, merkezde ki, kerameti kendinden menkul bir adam üzerinde temellendirilmiş, ondan motive olan benliksiz kişiler üretmeye başlarız. Bu durumun sonunda ise çeşitli toplumsal yapılanmalarına göre farklılıklar gösteren kişiler çoğaldıkça, o toplum, birlikten ayrışmalara dönüşen, birbirlerine düşman topluluklar oluşturmaya başlayacaktır.

Buradan dalga, dalga bütün sosyal yapıya sirayet eden bu anlayış, toplumu ufak, ufak ayrıştırmaya başladığı zaman düşmanlık keskinleşir, en ufak bir kıvılcım insanların birbirlerini acımadan katletmesine yol açmaya başlar.

Her milletin, her dinin, Dünyayı biz ve ötekiler diye ayırması belirli bir ölçüde makul karşılanabilir. Bu, fazla keskin olmamak şartı ile toplumları diğer toplumlardan ve ırkçı eğilimlerden korumak için gereklidir de.

Dünya üzerindeki tüm toplumlarda bazı mübarekler! Dini kendi istedikleri, kendi çıkarları, kendi kıt inanış şekline göre yorumlamış. Kimi din tüccarlığı yapmış köşeyi dönmüş. Bazıları din adına terör estirmiş, bazıları cennetin kapısını sadece kendi inananlarına açmış. Kimisi başka dinden ya da mezhepten diye insanları diri diri acımadan yakmış, kimi soykırım yapmış.

Her dinci en iyi benim, en doğruyu ben bilirim diyerek, kimi zaman peygamberler adına ve hatta yüce Allah adına ve Allah’la konuşur duruma gelmiş, diğerinin inancını küçük düşürmeye başlamış. Bakın Busht bile Allah’la konuştuğunu söylüyor.

Bunları insanlığa yaptıran, bölen, parçalayan, din kardeşi de olsa birbirine düşman eden, insanları işsiz, aşsız bırakan din tüccarlarıdır. Dini kendi egolarını tatmin için, kendi çıkarları, para, makam ve mevki için toplumu sömüren, toplumu, bir iken bine bölen siyasilerdir.

Din gibi yüce bir duygu insanların bölünmesine alet edilebilir mi? Dini kullanarak hangi vicdan, insanlar arasında düşmanlık yaratabilir? Din bu kadar yozlaştırılınca olacak budur işte. Şimdilerde haram yemeyi, günah işlemeyi pek sever oldu insan denen yaratık.

Yahu ben neler yazıyorum. Bu yazımda üniversitelerin yapması gereken ilmi çalışmalardan ve üniversitelerin iş dünyasına katkılarından, gençlerin bilimsel çalışmalarından söz etmek istiyordum. Kafa karışıklığı bazen bu duruma getiriyor insanı. Televizyon haberlerini de izlemiyorum artık, sıkılıyorum. Ha sahi, üniversiteler deki türban meselesi ne oldu? Birisi bana anlatsın. Yok, yok boş verin ben tekrar haber izlemeye başlayayım bari.

Necmi ÖZNEY

2 Mart 2008 Pazar

GÜNEŞ HAREKÂTI VE AMERİKAN BUSHTLUĞU

ABD Güneş harekâtı sonuçlarının böyle olacağını tahmin bile edemezdi. Böyle bir mevsimde, böyle bir arazide, kar kış kıyamet bir durumda Türk ordusunun harekât yapabileceğine ihtimal vermiyordu.

Ben, ABD Yeşil ışık yaktı deyimini pek sevmiyorum ama hadi öyle kabul edelim. İstihbarat vermek filan bence hikâye, inanmıyorum.

Bu harekât başlamadan önce ABD ve İşbirlikçilerinin bir hesabı vardı. ABD bu şartlarda başarılı bir harekâtın yapılabileceğine inanmıyordu. Onlara göre Ordumuz bu ağır şartlara dayanamayacak ve başarısız olacaktı. Bunun sonucunda ise ağızlarına sakız ettikleri PKK ya siyasal çözüm senaryosu gündeme gelecekti. Tabii olarak ellerine geçen bu fırsatla Ordu kötülenecekti.

Bu harekât baştan sona kadar sadece ve sadece Genel Kurmayımızın başarısıdır. Hiç kimsenin tekelinde değildir. Operasyonun başlaması ve bitirilmesi tamamen Genel Kurmayın gerekli gördüğü ve planladığı şekilde olmuştur. ABD’nin isteği ile değil. Amerikanın tek bir isteği vardı o da, Dünya kamuoyu önünde biten forsunu biraz olsun korumaktı ve bunu sağlamaya çalıştı. Yaratılan bu durumun sonucunda, Türk Milleti'nin, ABD’yi ve onun maşası işbirlikçilerini, karşı konulamayacak bir efendi gibi algılaması istenmektedir.

Ordumuzun geri döneceğini öğrenen Bush ve avanesi, bu durumdan kendilerine psikolojik bir çıkar sağlamak için iyi bir zamanlamayla sahneye çıktılar o kadar. Biz stratejik kurumlarımızı özelleştirmeye devam ettikçe böyle oyunlara geleceğimize hiç şüpheniz olmasın.

Harekât dosta düşmana parmak ısırtmıştır. Herhalde anlayabilmişlerdir, Türk Ordusu Dünya’nın en kahraman ve en kabiliyetli ordusudur.

Amaçlı ve bilinçli psikolojik savaş yapanlara kulak vermeyin. Türk ordusunun Atatürkçü ruhuyla ve başarısı ile övünelim. ABD işbirlikçileri ve besleme basında çıkan haberlere yorumlara iltifat etmeyin.
Bunlar PKK'dan bile daha çok bu memleketin düşmanı ve hainleridir bunu asla aklınızdan çıkarmayın. Şehitler gelirken dahi türbanı gündemden düşürmediler.

Bırakın savaşı bir kenara, böyle bir düzenli ve başarılı görevden geri dönme Amerikan Savunma Bakanının, Bush’un bir talebi üzerine hemen, yapılacak bir olay değildir.

Harekât, beklenmedik hava şartlarında beklenmedik bir zamanda başlamış ve PKK ya gereken ders verilmiş, aynı şekilde beklenmedik bir zamanda da başarılı bir planlama ile başarılı bir şekilde bitirilmiştir. Bu kadar basittir. Planlayıcı ve uygulayıcı komutanlar ve erler alınlarından öpülmelidir.

Allah o bölgede görev yapan evlatlarımıza, kahraman Mehmetçiğimize güç ve kuvvet versin. Yaptıkları görev her türlü övgü ve takdirin üzerindedir. Haklarını helal etsinler.

Şehit düşen yavrularımız nurlar içinde yatsın. Allah ailelerine sabırlar versin. Benim yüreğimdeki yanan ateş en az onlarınki kadar yakıcıdır.

Necmi ÖZNEY

necmiozney@gmail.com