28 Nisan 2007 Cumartesi

BUSH YA KAFAYI YEDİ YADA YEMEK ÜZERE

Bush ve avanesi ya kafayı yedi ya da yemek üzereler. Şimdiye kadar zaten ustaları Hitler ve Stalin gibi davranıyorlardı, şimdi ise işi biraz daha ileri götürmeye çalışıyorlar. Hiçbirinin diğerinden aşağı kalır halleri yok. Dünyanın en tehlikeli çetesi, mafyası olarak adlandırıyorum ben bunları. Adamların insanlıktan hiçbir nasipleri yok. Irak’taki savaşı, İran ve Suriye'ye yaymayı kafalarına koymuşlar. Amerikan kamuoyuna bunun propagandasını yapıyorlar.

Ufak çaplı bir araştırma yaptım. Bu davranışın sebebi, hamburger!
Hamburger yiye, yiye iyice obezleştiler ve genleri de değişime uğradı zannediyorum. Hamburger ne ki diye soranınız olursa diye bir bilgi notu vereyim. " Sığır ve Öküz etinden yapılan ekmek arası köfte " ( Ne yazdım ben yahu öküzde sığır sayılıyor ya. Pardon ).

Dünya'nın efendisi Bush'un yeni politikası belli. Daha baştan belli ki bu politika Irak'ta işleri düzeltmeyecek, barışı sağlamayacak. Zaten Bush ve avanesinin bu bölgede barışı istemediği gün gibi ortada. Yeni politika, bütün orta doğuyu ve çevresini kötü bir kargaşaya sürüklemek için uygulanacak hissi veriyor. Hatta bu tutarsa Avrupa bile bu kaostan payını alır.

Şimdi hatırlayın bakalım Vietnam savaşını. Amerika Vietnam'da batağa saplanınca ne yaptı? Savaşı, Kamboçya ve Laos'a sıçrattı. Oraları kan gölüne çevirdi. Nice canlara kıyıldı. Oradan geri dönen katiller şimdi sarsaklaşıp evlerinde askercilik oynuyorlar.

Dikkat Dünya! Aynı senaryonun yeni versiyonu yazılıyor. Hem de geliştirerek aynı yazar tarafından. Daha da korkunçlaştırılarak. Bush’a göre İran ve Suriye yeni hedef olmalı. Neden biliyor musunuz?
Amerika'nın Irakta başarısız olduğu ortaya çıkarsa, bölgede ve çevresinde ki işbirlikçi ve yardakçılarının, yani Kürtlerin, Ürdün’ün, Suudi bedevilerinin ve Mısır gibilerinin çöküşü olur. Bu durum ise İsrail'in sonu ve Amerika'nın prestijini kimsenin takmaması sonucuna varır.

Amerika tarafından yapılan her hareket. her politika insanlık dışı. Ne bulursan dağıt, böl, parçala. Irak Türkmenleri arasında Şii de var Sünni de. Olabilir niye olmasın ki. Şu anda ikiye bölünmüş durumdalar. Aralarında mezhep kavgası başlamış bile. Bir Türk olarak kalbim kan ağladı.

İran'a savaş açmaya çalışıyorlar ama ayni zamanda pentagon'un silahları, silah tüccarları kullanılarak İran'a satılıyor. Yapılan soruşturmalarda bu da meydana çıktı. Rezalete bakın.

Bu evanjelistler artık kafayı yemek üzere. Her yönden, her koldan Dünya barışını bozmak için çalışıyorlar. Sakın ha, Avrupa Birliği'nin de aynı kafada olmadığını zannetmeyin. Kafa ayni kafa.

Bu günlerde bir takım yazar, çizerler Türkiye'nin İran ile savaşmak için hazırlık yaptığından söz ediyorlar. Ufak, ufak kamuoyunun bilinçaltı işlenmeye çalışılıyor. Böyle davranış ve etkiler bence ne demek biliyor musunuz?

Benden sonra tufan. Başka bir anlamı yok.

Necmi Özney 19.01.2007 Memleket haber

ASLINDA BİZİ ÇOK SEVERLERMİŞ MEĞER

Bugün, medeniyet beşiği ülkelerin bizim için neler konuştuğuna ve düşündüğüne bakalım. Hep benim onlar hakkındaki fikirlerimi yazmam haksızlık oluyor gibime geldi. Biraz araştırıp toparlamaya çalıştım.

Avusturya Hükümeti kesin bir dille Türkiye'nin AB üyeliğini reddediyor. Fakat AB politikası gereği, Türkler tam üye olmasın, imtiyazlı ortak olsun, başka bir statü verelim gibi söylemlerle olayı idare ediyor ve Türkiye'yi ve Türkleri uyandırmamaya çalışıyor.

İngiltere ise sömürünün tam kilit noktasında. Sanki bir trafik lambasının başında, elleri butonda sürekli yeşil, sarı. Kırmızı ışıkları yakıp söndürüyor. Bu günlerde nereden icap etti ise KKTC ile doğrudan ticaret yapabileceklerini söylediler. O da aynen vaziyeti idare edelim. Aman uyanmasınlar telaşında.

İspanya'nın diğerlerinden bir farkı yok. Hatta bir, iki gün evvel Türkiye için, AB üyeliğini destekliyoruz dediler. Aman durumu idare edin çünkü " Türkiye bizim için gelişmekte olan pazardır" gibide laflar ettiler. Hele İspanya devlet sekreteri Navarro. "Türkiye modernleşmek için Avrupa! ya muhtaç. Fakat Avrupa’nın da küresel bir güç ve küresel bir aktör olabilmesi için Türkiye'nin gücüne ihtiyacı var. Ama Türkiye ile sorunların ve ilişkilerin iki ucu açık. Ne demek dersiniz.

İtalya AB bütünündeki fikirlerden ayrı görünmüyor.Bizi destekler görünüyor….mu ?Acaba.
ABD'nin yaptıklarına ne demeli? Tam bir stratejik ve psikolojik işkenceler dizisi. Amerikan politikası hakkında bugünlerde bir şeyler yazmak istemiyorum. Artık midem bulanıyor.

Fransa'nın bizi nasıl desteklediğinin farkındasınız zannediyorum. Çok seviyorlar bizi. Sarkozy 14.Ocak.2007 de "Türklerin AB de yeri yoktur " dedi. Herhalde pislikten uzak tutmaya çalışıyor bizi, gibime geldi.

Hollanda, Yunanistan, Almanya vesaire, vesaire hep bizi düşüyorlar. Hep bizi konuşuyorlar. Biz bunları bildiğimiz için, gözlerimiz kapalı. Çok mutluyuz.
Onlar bizi öpücüklere boğarken zevkten mutluluktan uçuyoruz. Düşünüyoruz biz mi onlara girelim yoksa onlar mı bize girsin.

Şöyle bir şey söylesem anlarlar mı acaba.

Eğer çekmeyeceksen benim nazımı. Ne ellerimi tut ellerinin içinde, ne de öpüp koklayıp beni kirlet. Çünkü sen çok kirlisin. Kirletme beni, lütfen kirletme.

Necmi Özney 17.01.2006 Memleket haber

AMERİKA AHLAK VE ÇÖKÜŞ

Amerika, bence çökmekte olan bir imparatorluktur. Her imparatorluk veya güçlü ülke genellikle yaşamı boyunca 3 devreyi geride bırakır. Birinci devre ortaya çıkış ve gelişme sürecidir ki bu aşamada söz konusu devlet güç kazanır. İkinci devre devletin güç ve iktidarının doruğa ulaşması ve son devre de devletin çöküş devresidir.

Ekonomisi her ne kadar büyük ve yaygın görünse de ¾ gibi bir oranda kapalı bir ekonomidir. İhraç ettiği mallar ise insanlığın mutluluğuna katkı sağlamaz. Silah sahibi olmak, bunları savaşlarda kullanmak, şiddet kime umut ve mutluluk verir ki. Kısacası Amerikanın ihraç gelirleri kan, barut ve gözyaşından ibarettir.
Fakat bazı Dünya devi olan şirketlerin çıkar hesapları, bu gün büyük bir güç olarak birinci ve ikinci devresini geride bırakmış ve birçok kişiye artık bu modern sömürgeci imparatorluğun çöküş devresi başlamıştır dedirtse de çöküş evresine büyük bir direniş yaratıyor. Ama nereye kadar direnme sürecek. Daha kaç milyon kişi bu şirketler için can verecek. Amerika dünya genelinde birçok sorunla karşı karşıya bulunuyor. Gerçi Amerika'nın en büyük rakibi sayılan Sovyetler birliği 1991 yılında resmen çöktü. İşte size yukarıda bahsedilen evreleri tamamlamış başka bir emperyalist güç. Dünya sahnesine yepyeni güçlerin ortaya çıktığı gözleniyor. Çin gibi devasa nüfuslu bir devletin dünya çapındaki siyasi ve iktisadi etkinliği her geçen gün daha da artıyor. Öte yandan Rusya da özellikle askeri alan başta olmak üzere eski gücünü yeniden kurmaya çalışıyor. Bu arada Avrupa birliği de Amerika'nın en büyük iktisadi rakibi olarak yerini koruyor. Avrupa, Amerika’ya karşı kendini savunmaya çalışıyor.Ancak Washington'un sorunu sadece yeni büyük güçlerin ortaya çıkması değil, aynı zamanda dünyanın çeşitli bölgelerindeki etkinliğini de kaybediyor ve artık sevilmeyen bir ülke olarak tanınıyor olması. Bu gün Amerika'nın dünyanın çeşitli bölgelerine yaptığı müdahalelerin kendisi için de bir sorun haline geldiği gözleniyor. Örneğin son yıllarda Afganistan ve Irak işgali, Amerikan dış politikasının adeta bir çıkmaz haline geldiği görülüyor. Çünkü Amerikalı askerler işgalci sayılarak, sürekli direnişçilerin saldırılarına maruz kalıyor. Ayrıca Amerika'nın bu işgallerden de umduğunu bulamadığı anlaşılıyor. Irak’ta yandaş yöneticilerin çıkarttığı bir kanunla Amerikan ve İngiliz şirketlerine bırakılan petrol işletmesi örneğini ele alırsak, millet malını bunların eline bırakacak mı acaba. Genel olarak Vietnam savaşından sonra Amerika'nın gerilla savaşlarını kazanamayacağı açık bir şekilde ortaya çıktı, çünkü Amerikan ordusu bir bölgede uzun süre kalıp ağır kayıplar vermeye katlanamıyor. Oysa işgalcilerle savaşan direniş güçleri verdikleri mücadele ile canlarını, mallarını ve namuslarını koruyorlar ve bu yüzden canlarını feda etmekten sakınmıyor. Artık terör estirmek veya askeri darbe yoluyla bir halkın iktidara getirdiği bir hükümeti devirmek, Amerika için eskisi gibi kolay iş değil, nitekim Bush yönetimi bunu 2002 yılında Venezüella'da çok iyi bir şekilde anladı. Bilindiği üzere o yıl Amerika'nın Venezüella'daki yalakaları halkın seçtiği cumhurbaşkanı Hugo Chavez'i iktidardan uzaklaştırmaya çalıştılar, ancak kamuoyunun baskıları sonucu Chavez iktidara tekrar geri döndü. Buna karşın ve beyaz sarayın 2000 yılından itibaren yeni kan içici conilerin eline geçtiği günden beri Amerikan yönetiminde savaş çıkartma, kaos yaratma isteğinin büyük ölçüde arttığı gözleniyor. Vampirler, terörle mücadele ve demokrasi götürme bahanesiyle diğer ülkelere saldırıyor ve hatta yeni uydu milletler yaratmaya çalışıyor. Amerika'nın kendi inanışına göre üstün gücü bana sahte ve yanıltıcı gibi geliyor, çünkü yeni bir millet yaratmak ve demokrasi dayatmak gibi olmayacak amaçların peşinde koşuyorlar. Amerika yönetiminde bulunan yöneticilerin kuruntuları aslında şöyle, Amerikalı yeni coniler ve liberal emperyalistler Dünyayı, milletleri ve kültürlerini kendi istekleri doğrultusunda kalıplandıracak bir çamur yığını gibi görüyor. Beyaz saray şahinlerinin bencilliği, zorbalığı ve militarist anlayışları milletlerin öfkesine sebep olmuş ve Amerika'nın Dünya genelindeki etkinliğinin azalmasına yol açmıştır. İnsanların, bağımsız medya kuruluşları aracılığı ile bilgilendirilmesi, beyaz sarayın cinayetlerinden haberdar olmalarına neden olmuştur. Bu yüzden son yıllarda Amerika'ya karşı duyulan kin ve nefret duygusunun da kat be kat arttığı gözleniyor.

Yapılan son anketlere göre 2002 ila 2005 yılları arasında Amerika'ya sempati duyanların oranı Kanada'da %72'den %50'e, Fransa'da %63'ten %30'a, Almanya'da %61'den %35'e ve Rusya'da %61'den %20'ye düşmüştür. Tabi bu süreç Amerika için İslam ülkelerinde daha da kaygı verici boyutlardadır, öyle ki Türkiye'de halkın %15'ü, Endonezya'da %20 ve Mısır'da sadece %6'sı Amerika'ya olumlu bakıyor. Dolaysıyla Amerika'nın terörle mücadele, insan hakları, demokrasiyi savunma gibi alanlarda sergilediği tiyatro oyunu ve çifte standartlı tutumu ile ve yine dünya genelinde takip ettiği savaş çığırtkanlığı yüzünden her geçen gün kendisini biraz daha yalnızlığa mahkum ettiği söylenebilir.Ama buna mani olmak ellerinde değil. Evanjelistlerin ve onlara bağlı lobilerin işi ve inancı zaten bu. Kaos yaratmak ve daha çok kargaşa çıkarmak. Amerika'dan nefret sadece halklar bakımından söz konusu değil, birçok devlet yetkilisi de artık Amerika'nın aşırı emperyalist taleplerine karşı çıkma cesaretini gösteriyor. Öyle ki artık Amerika'nın Ortadoğu ve arka bahçesi olan Latin Amerika'daki eski etkinliğini tamamen kaybetmek üzere olduğu söylenebilir.

Bush'un politikaları Amerika'yı uluslar arası arenada yalnızlığa götürüyor. Amerika 1945 yılından beri hiç bir zaman bu denli bir şekilde yalnız olmadı. Ancak Amerika imparatorluğunun çöküşünün bir başka boyutu da söz konusudur, o da bu devletin içeride yaşadığı sıkıntılardır. Sosyologlar ve psikologlar Amerika'da ahlaki çöküşün büyük bir hızla ilerlediğini ve bu toplumu ciddi bir şekilde tehdit ettiğini belirtiyor. Bu arada Amerika'da şiddet olayları da hızlı bir şekilde yayılmaya devam ediyor. Öte yandan medya da, yayınladığı şiddeti yansıtan ve ahlak dışı manzaralarla bu çöküş sürecini hızlandırıyor. Amerika'da manevi değerlere olan ilgisizlik aile kurumunu da ciddi olarak tehdit etmeye başladı, öyle ki uzmanlar yakın gelecekte Amerika'da aile diye bir kavramın kalmayacağı konusunda uyarılarda bulunuyor. Bir başka açıdan bakıldığında

Amerika toplumu hala ayrımcılıktan acı çekmeye devam ediyor. Yayınlanan verilere göre Amerika'da renkli derililer ve özellikle siyahîler beyazlara nazaran birçok kültürel ve sosyal haklardan yararlanamıyor. Ayrıca Amerika'da kadınlara yönelik şiddet de büyük bir sorun oluşturuyor. Tüm bu olumsuzlukların yanında başta Müslümanlar olmak üzere Hıristiyan olmayanlara yönelik ayrımcı yaklaşım da hızla yayılıyor, öyle ki artık Amerika'da yaşayan Müslümanlar kendilerini büyük tehditler altında hissediyor ve can güvenlikleri olmadığını düşünüyor.

Amerika iktisadi açıdan da pek iç açıcı bir durum sergilemiyor. Gerçi bu ülke büyük bir iktisadi güç gibi gözüküyor, ancak veriler bu gücün her geçen gün biraz daha kan kaybettiğini gösteriyor. Örneğin Amerika 2000 yılında 200 milyar dolar bütçe fazlalığı yaşarken 2006 yılında 400 milyar dolar bütçe açığı ile karşı karşıya kaldığı gözleniyor. Bu açık, aşırı askeri harcamalardan kaynaklanıyor. Şimdilerde açığın 500 milyar doları aştığı belirtiliyor.
Amerika'nın bir başka sorunu ise gelir dağılımındaki adaletsizlik. Yayınlanan son verilere göre ülkenin %21,7’si yoksulluk sınırı altında yaşıyor ki bu rakamın %32'sini siyah derililer oluşturuyor. Oysa aynı zamanda dünyanın en zengin insanları da Amerika'da yaşıyor. Her halükarda uzmanlar Amerika'nın iktisadi durgunluğunu da bu imparatorluğun çöküş alameti şeklinde yorumluyor.

Gerçi Amerika dünya çapında zulme ve savaş çıkartmaya devam etmeye çalışıyor, ancak onlar tarafından bilinmeyen kaide ise, zulüm ve adaletsizlik hiç bir zaman kalıcı olamaz ve sonlarının hayırlı olmayacağı aşikardır. Geçmişte de birçok zorba devlet zulüm ve saldırganlık ve azgınlık huyları yüzünden yok olup gittiler. Gerçi Amerika bu kaderine karşı direnmeye çalışıyor, ancak içinde bulunduğu durum, çöküşün son aşamasına girdiğini gösteriyor. Birçok nedenlerden ötürü Amerika'nın dünya hegemonyası, hatta Bush yönetiminin izlediği siyasetlerin yarattığı faciaları da bir kenara bırakacak olursak özel bir durum almış vaziyette. Kırılgan durum haline gelmiş hiçbir şeyinde eninde, sonunda kırılmadığı, bir bütün olarak hayatını devam ettirdiği Dünya yüzünde görülmemiştir.

Necmi Özney 15.01.2007 Memleket haber

AB' DE AŞIRI SAĞ VE LOKMACI KÖPRÜSÜ

Avrupa Parlamentosunun aşırı sağcı üyeleri, güç birliği yapıp meclis çatısı altında kendi gruplarını oluşturmaya hazırlanıyor. Böylece hem AB fonlarından daha fazla yararlanacak, hem de parlamentonun gündemini belirleme sürecinde daha fazla söz hakkına sahip olacaklar. Hala anlamamakta ısrar ettiğimiz AB işte budur. Zaten böyle idi. Dozlarını ve düşmanlıklarını arttırarak böylede kalacaklar. Aşırı sağ grubun lideri ise Fransa Ulusal Cephesi üyelerinden Bruno Gollnisch olacak kesinlikle. Bruno Gollnisch ülkesinde Yahudi Soykırımını inkâr etmesiyle tanınır. İnkâr etti diye mahkemeye verilmişti ama ben bir ceza alacağını hiç beklemiyorum doğrusu.

AB’nin önde gelen aşırı sağ, faşist ve Nazi artığı partileri, hala var olduklarını ve bu sapık zihniyetlerin hala devam ettiğini göstermek istercesine AP’ da gruplarını önümüzdeki hafta resmen ilan etmeyi planlıyor. Avrupa Parlamentosu’nda grup oluşturmak için en az beş ülkeden 19 milletvekiline sahip olmak gerekiyor. Avrupa Parlamentosu'ndaki aşırı sağcıların sayısı 1 Ocak 2007'ye kadar grup kurmaya yetmiyordu. Ancak bu tarihte Bulgaristan ve Romanya'nın AB'ye üye olmalarıyla tablo değişti. Beşi Romen, biri Bulgar altı aşırı sağcı milletvekili Avrupa Parlamentosu'na katıldı. Parlamentonun eski aşırı sağcı üyeleri, genişlemeye karşı çıkmıştı. Ancak şimdi genişlemenin faydasını ilk görenlerden biri onlar oldu. Hemen değerlendirdiler. Göreceksiniz yapacakları işler tümüyle Türkiye’nin ve Avrupa’da yaşayan bilumum yabancı işçilerin aleyhine olacaktır. Bu durum diğer AB yöneticilerini hiç rahatsız etmiyor. Fakat rahatsız olmuş gibi görünecekleri, hümanist rolüne soyunacakları kesin. Bir tek hoşlarına gitmeyen durum ise, emperyalist tavırlarının gizlenmesi için daha çok çaba sarf edecek olmaları. İnşallah tertemiz milletimizin bu pisliklere bulaşmadan hakikati görmeleri açısından iyi olur. Hani bir laf vardır ”Her şerde bir hayır vardır” diye.

Avrupa Parlamentosu'nda kurulacak yeni oluşumda, Fransa’dan Ulusal Cephesi'nin yanı sıra, Avusturya'dan Özgürlükçü Parti ve Belçika'dan Flaman milliyetçisi partilerden üyeler yer alacak. Aşırı sağcıların Avrupa Parlamentosu'nda grup kurmalarını sağlayacak siyasi hareket ise, Büyük Romanya Partisi. Parti Yahudiler, çingeneler Macarlar ve kendilerinden olmayanlar aleyhindeki görüşleriyle biliniyor. Avrupa Parlamentosu'nda kurulacak aşırı sağcı grubun, özellikle Türkiye'nin üyeliğine, daha doğrusu Türkiye’ye karşı çıkıp AB'nin genişlemesinin durdurulması ve Avrupa Anayasası'nın kabulüne yönelik çabaların önlenmesi yönünde hızlı ve etkin bir durum yaratacaklar.

Çalışmalarının Avrupa birliği ülkeleri ve halkları arasında büyük kabul göreceğinden hiç şüpheniz olmasın.Aslında ben bu yazıyı Kıbrıslı arkadaşım Cevdet’e, Lokmacı köprüsünü hemen yıkmasınlar beni beklesinler diye yazacaktım. Şimdi ona sesleniyorum. “ Cevdet, balyoz dinamit filan ayarladım. Ben gelmeden sakın yıkmayın. Yıktıktan sonra Rum patriğine beraber gider eline yüz süreriz. Duasını alırız. Tamam, mı canım. Öptüm seni” .Rüstem’e selam.

Necmi Özney 12.01.2006 Memleket haber

AVRUPA BİRLİĞİNDE SONA DOĞRU

AB, 1 Ocak 2007 tarihinden itibaren, Bulgaristan ve Romanya’nın katılımıyla biraz daha büyüdü. Üye sayısı 27’ye çıktı. Ama nedense, eski üye ülkelerde, geçmişte olduğu üzere bayram gibi törenler filan yapılmadı. AB üyeliği sadece Romanya ve Bulgaristan’da kutlandı. Oysa iki buçuk yıl önce, 10 yeni üye katıldığında tüm AB başkentlerinde bayram havası esmiş, eğlenceler filan düzenlenmişti.

Fakat o zaman katılanlar Avrupalı ve nispeten AB nin zaten içindeydiler. Resmen üyelik bir formalite idi. Bu iki ülkenin AB’ye girmiş olmasıyla kutlama yapılmamasının alakası yok.
Ayrıca iki yeni üye Romanya ve Bulgaristan’ın yolsuzluk ve örgütlü suçlarla mücadelede henüz istenilen düzeye ulaşamamış olmalarıyla da ilgili değil bu durum. Sorun değil nasıl olsa onlarda Hıristiyan, bir şekilde, öyle veya böyle yola gelirler. Kafalarına göre. AB’deki moral bozukluğunun ana sebebi daha derinlerde yatıyor. AB vatandaşı, bu genişlemenin faturasının kendilerine kesileceğini düşünüyor. Yeni üyelerden Batı’ya ucuz işgücü akını gelecek. Bununla birlikte girişimciler, üretimin daha ucuz olduğu Doğu’ya kayacak.
Sonuçta da eski ve daha zengin olan AB üyesi ülkelerdeki işsizlik oranı artacak. Bir de insanlar başka insanlarla bir şeyler paylaşmak istemiyor. Çıkarlardaki oranlara bakıyorlar. Bulgaristan ve Romanya’dan ne karları olacak. AB Vatandaşlarının korkuyor olması normal. Ne de olsa AB’yi dünyanın en dinamik ekonomisi haline getirme planından henüz ortada eser yok.
Örneğin, istatistiksel verilere göre, Alman ekonomisi son dönemde yeniden hız kazandı. Fakat bu hız Almanların cüzdanlarına hiçbir şekilde yansımadı. Bu gidişle pek yansıyacağı da yok. AB vatandaşı içten içe şüpheli bir durumda. Tabii olarak artan üye devlet sayısıyla birlikte AB’deki sistem de giderek hantal bir vaziyet alıyor.

Karar çıkartmak, ileriye doğru adım atmak zorlaşıyor. Buna en güzel örnek tek bir Avrupa Anayasası projesi. Fransa ve Hollanda’da yapılan Avrupa Anayasası referandumlarından hayır oyu çıkınca, proje de havada kaldı. Kimse de bu projeyi nasıl kotaracağını bilemiyor. Oysa AB’nin acilen yeni bir temel belgeye ihtiyacı var. Zira Nice Anlaşması'nın, Romanya ve Bulgaristan’ın katılımından sonra yetersiz kaldığı anlaşıldı. AB’de işler el yordamıyla hallediliyor. Bükreş ve Sofya’nın birliğe katılım tarihleri çok önceden belirlendi fakat iki ülke de katılım tarihine kadar kendilerinden istenen ödevlerini tamamlamadı.
Bu nedenle de AB iki yeni üyeyi izlemeye aldıklarını söylemeye başladılar. Romanya ve Bulgaristan henüz üye adayı ıken de bu durum farklı değildi. Dolayısıyla bu izleme, Romanya ve Bulgaristan’da kanunsuzluğun azalacağı anlamına gelmiyor. Siyasetçilerin, iğreti çözümlerle Avrupalıların güvenini yeniden kazanmaları mümkün değil. Ve halkın güveni olmadan da siyasetçiler artık genişleme sözcüğünü telaffuz dahi etmeye cesaret edemez. Bu iki ülkenin AB ye girip girmemesi beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Birbirlerine hayırlı olsun. Beni ilgilendiren konu, bu ülkelerin dini ve politik nedenlerle topluluğa alındığı.

Genelde halkı Ortodoks olan bu ülkeler, Rusya’dan uzaklaştırılmak isteniyor. Dini sebep bu. Rusya şu anda eski gücüne kavuşmak için çabalayıp duruyor. Bu iki ülkenin AB ye katılımı ile bu çabasının batı ayağı kırılmış durumda. Baltık cumhuriyetlerine ise zaten zamanında kanca atılmıştı ABD tarafından. Rusya şu anda ancak vanaları ile oynamakta. Rusya’nın bu durumda bırakılması gerekiyor. Politik sebep ise bu.

Geldik şimdi zurnanın zırt dediği deliğe. Zurna bir garip alet bir yerlerinde zırt deliği var. AB tarafından, bizle ilgili bir olay oldu mu, halk kulaklarını açıyor bakalım şimdi Türkiye ne diyecek diye. Çünkü % 75–80 civarında bir oranla AB vatandaşları Türkiye’nin kesinlikle birliğe alınmayacağını, alınamayacağını biliyor. Ve bizim tutumumuz karşısında hayretler içinde kalıyorlar. Hatta için, için bizle dalga bile geçiyorlar. Saygınlığımız taban yapmış durumda.

Bir şeyler karalamak için yazmıyorum bunları bire bir ispatlarım bunları. Hatta biraz irdeleyin konuyu yabancı tanıdıklarınızla veya gurbetçi vatandaşlarımızla, dediklerimi bütün çıplaklığı ile göreceksiniz. Bunu şu şekilde de söyleyebilirim. Herhangi bir gurbetçi vatandaşımız tatile veya başka bir sebeple yurda döndüğünde AB muhabbeti yapıyor mu acaba duyanınız var mı? Hatta bu sebepten durumlarının daha zor bir hal aldığını rahatlarının kaçtığını muhtelif kişilerden duydum.

Bizim AB karşısında yapmamız gereken ise yeter artık biz babalara geldik deyip ufak, ufak kendi işlerimize bakmamız. Ekonomi bitik, tarım ve hayvancılık bitik. Yatırımlar deseniz hepten yatırmışız. Halkın durumu ise, perişanlığın bir perde evveli oynanmakta. IMF teslimiyetçiliği, AB rüyası derken hepten iflasın eşiğindeyiz.

Güzel yöneticilerimiz ne olur bırakın bu rüyaları. Bırakın üretelim. Türk halkı yine kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olmayı bilir. AB için düşünmeyin artık yormayın kafanızı. Konya ovasını tuzdan nasıl kurtaracağız, rüzgârdan ve sulardan nasıl elektrik enerjisi üreteceğiz, bağımlılıktan nasıl kurtulacağız onu düşünün siz. Bırakın gerisini bize. Alırız birer NUTUK elimize, rehber yaparız kendimize. Atatürk’ün gözlerinin içine bakınca bir görün nasıl şaha kalkarız milletçe.

Necmi Özney 09.01.2007 Memleket haber

KUZEY ATLANTİK ORTA ASYASI VE KAFKASYASI PAKTI

NATO’nun yayılmaya çalıştığı ve yavaş, yavaş konuşlandığı alanlarından biri de orta Asya ve Kafkasya bölgeleridir. Fakat bu olayda en önemli etkenlerden biride bölge ülkeleri yöneticilerinin NATO’ya kendi istekleri ile katılıyor gösterilmesidir. NATO büyük bir iştahla bölgede olmak istiyor aslında. Ama böyle bir görüntü yaratılmak isteniyor talep ve arz dengesi kuruluyor. Şimdi bu durumu biraz irdeleyelim.

Orta Asya ve Kafkasya'da bol miktarda petrol, doğalgaz kaynakları ve bazı yeraltı zenginlikleri bulunmaktadır. Bu bölgede bulunan ülkeler bağımsızlıklarını aldıktan sonra NATO’ya üye olmak için çok istekli göründüler. Burada akla gelen soru, hangi nedenlerin NATO’yu bu bölgeye çekmiş olmasıdır. Tabii ki petrol ve türevleri. Dünya’yı yönettiğini zannedenler SSCB nin dağılmasından hemen sonra buraya el attılar. Bir bölgede zenginlik kokusu aldıkları zaman, çok medeni olduklarını söyleyen ve bir milletin varlığına ve geleceğine el koyma çalışması başlatan Dünya jandarması için her kuruluş ve her yol mubah. :Bölge ülkelerinin çoğu pasif bir yönetimle yönetiliyor ve kalkınma standartlarına göre, eski Sovyetler birliği enkazından çıkan, kalkınmakta ve gelişmekte olan ülkeler statüsüne giriyor. Bu yüzden NATO gibi bölge dışı kuruluşlara üye olarak güvenliklerini temin etmeye çalışıyor. Nasıl bir güvenlik sağlayacaklarsa.
Hâlbuki kur bölgede barış, istikrar ve ortak çıkarlara dayalı yeni bir birlik. Ama öyle dirayetli yöneticiler nerede. Kendi şahsi çıkarından ve kendi iktidarı karşılığı milleti yoksulluk içine atmaktan çekinmiyorlar. Eskiden ülkelerini sömüren efendileri SSCB vardı. Ona hizmet ederlerdi. Şimdide yeni efendilerine. Şahsi ikbal yeterli onlar için.

Rusya'nın bu bölge devletlerinde hayati çıkarları söz konusudur ve her bir Kafkas veya orta Asya cumhuriyetinde azımsanmayacak bir Rus azınlığı yaşamaktadır. Gerçi Rusya'nın bölge üzerindeki mutlak hâkimiyeti noktalanmış gibi görünüyor ama Rusya bölgede diğer yabancı güçlere göre daha güçlü bir etkinliğe sahip. Bazılarında her hangi bir olayda hala Rus'ça resmi dil gibi.

Bölge devletlerinin hiç biri Rusya'ya karşı koyacak güçte değildir. Bu yüzden doğal olarak NATO ile işbirliğini bir zaruret olarak görmekteler. Nato kelimesi burada batıyı temsil ediyor. Eski Sovyetler birliğinin dağılması ve ani gelen bağımsızlıklar birçok milli, dini ve etnik sorunları da beraberinde getirdi. Öte yandan birçok ülkenin sınırı da yapay ve etnik dağılım ise bu coğrafyada sorun yaratmaktadır. Buna Karabağ'ın durumunu örnek verebiliriz. Bu gerçeklere göre bu ülkelerde güvenlik sorunu yaşanıyor ve kendi öz imkânlarına dayanarak iç ve dış güvenliklerini ve toprak bütünlüklerini sağlayamıyorlar. Dolaysıyla güvenlik politikalarını NATO ve benzeri gibi bölge dışı güçlerle sözde işbirliği üzerinden kurmaya çalışıyorlar. Bazı batılı politikacılar orta Asya ve Kafkaslarda İslami hareketlerin çok güçlü olduğunu savunuyor ve son yıllarda İslami uyanışın yükseldiğini belirtiyor. Gerçi İslam dini yıllardır bu bölgede bulunuyor hatta orta Asya halkı çok dindar, ama bölgede özel, siyasi, ekonomik ve sosyal durumlarda İslami hareketin manevra gücünün arttığı ve halkı uyandırdığı gözleniyor, bu da bazı gözlemciler tarafından köktencilik olarak adlandırılıyor. İşte bu yüzden bölge devletleri siyasi İslam'ı bir tehdit olarak algılıyor ve bu doğrultuda NATO gibi batı kurumları ile işbirliğini şart gibi görüyor. Yarın bu ülkelerden birinde vatanını, halkını seven ve devletinin yararına çalışacak bir insanın çıktığını düşünün vay onun başına geleceklere, vay o ülkenin ve bölgenin başına geleceklere.

Genel olarak yukarıdaki etkenler NATO ve dolayısı ile Batının bölge ülkelerince kabul görmesine neden oluyor. Tabi bu durum, NATO’nun İran İslam cumhuriyeti ile komşu olacağından önem arz ediyor. Batı kendine direnen bir İran veya bir İslam ülkesi istemiyor. Allah'tan Türkiye'ye Atatürk gibi yurdunu, milletini seven bir insan gelmiş. Onun yaptığı işleri ve fikirlerini oradan, buradan çekiştirip yıpratmaya kalksalar da, unutturmaya çalışsalar da millet onu hep kalbinde yaşatacak. Düşünceleri hep rehber olacak. Şimdi ne yaparlarsa yapsınlar bakalım. Yarınlar, Atatürk'ün ilkelerinin olacak. Bekleyelim görelim, gün ola harman ola.

Necmi Özney 06.01.2007 Memleket haber

SADDAMIN İDAMI VE ARAP DEVLETLERİNİN DURUMU

Saddam dün 04.55'te idam edildi.

Amerika’nın Irak’ı işgal etmek için uydurduğu senaryoların sonucu başlayan işgal. Bush ailesinin, Saddam’a olan şahsi kini dolayısı ile (bence sebeplerden biride buydu) yapılmıştı.
Hatırlayın baba Bush’un fotoğrafı yerde idi ve gelen geçen onun fotoğrafının üzerine basıyordu ve hatta Saddam’ın fotoğrafı çiğnerken çekilmiş bir fotoğrafı da bir zamanlar gazetelerde yayınlanmıştı. Tabii Amerika’nın gayri meşru petrole el koyma, yeni Dünya düzeni gibi uydurmalarını ve bir sürü düzenbazlıklarını bir kenarda tutarsak.

İdam cezasını, ancak hüküm sürdüğü sınırlar dâhilinde, bağımsız ve meşru devletler verir. Irak için şu an bunu söyleyemeyiz. Amerika ve işbirlikçilerinin güdümündeki bir mahkemenin verdiği bu idam kararının ne ölçüde geçerli olduğunu ilerde tarih yazacaktır. Fakat şu andan itibaren Irak’ta bir de yıllar sürecek bir kan davasının temeli atılmıştır. Zaten emperyalistlerin isteği de budur. İç savaşı daha da körüklemek kaosu daha da şiddetlendirmek.
Saddam halkı için iyi bir yönetici değildi zaten. Kürtlere, Şiilere ve Türkmenlere yaptığı kırım ve eziyetler malum. Ve gayet iyi bilirim ki, azılı bir Arap milliyetçiliği yanında, azılı bir Türk düşmanı idi. Zamanın da, şimdiki cellâttı olan Amerika’nın en büyük yardımcısı olarak ta İran’la savaşmıştı. Bir milyon kişi ölmüş bir o kadar kişi de sakat kalmıştı. Ne yazık ki, inşallah ben yanlış düşünüyor olayım. Bundan sonra Irak’ta ölecek masum sivil insanların hesabı bile tutulmayacak. Irak’ta kimse bir şey kazanmayacak ve çok şey kaybedecek.

Krallıkla idare edilen Arap ülkelerindeki insanların yavaş, yavaş bazı şeyleri düşünmeye başlayacaklarını da beklemek gerekiyor. Her halde takke ve maşlahlarını çıkarıp önlerine koyacaklardır. Buyurun Arap ülkeleri için kısa bir değerlendirme yapalım.
Bugün dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dine, ırka veya düşünceye sahip olursa olsun, insanlara "emperyalizmin gönüllü hizmetçileri olan en gerici devletler hangileridir?" diye sorsanız, bence "aklın yolu birdir" sözüne dayanarak "Arap devletleri" cevabını alırsınız. Neden? Gerçekten de öyledir de ondan. Hakikaten Arap devletlerinin emperyalizm güdümündeki siyasi yapıları ve gerici duruşları, ister "Müslüman" olarak bakın, ister "Ortadoğulu" veya "devrimci", hangi gözlükle bakarsanız bakın, utanç vericidir.

Özellikle son Lübnan olaylarında Arap devletlerinin ortaya koyduğu "İsrail dostluğu" ve "Mazlum Arap düşmanlığı", bu ülkelerde yaşayan ve gerici devletlerine bağlı olan Arap vatandaşlarının dahi tepkisini çekmiştir. Öyle ki dünya medyasında, Lübnan savaşının daha da uzaması halinde, bir – iki Arap devletindeki rejimin yıkılabileceğine dair yorum ve analizler bile yapıldı. Oysa bu Arap ülkelerinde dalgalanan bayraklar, devletlerin yapısı ve politikasıyla taban tabana zıt bir durum arz ediyor.

Nasıl ki Avrupa ülkelerinin bazılarının bayraklarında hep "haç" işareti varsa, bırakın İslâm'ı yaşayıp O'nun emirleriyle hükmetmeyi, İslâm'a bizzat savaş açmış olan Arap devletlerinin bayraklarında da genelde İslâmi öğelerin göze çarptığını görüyoruz. Hâlbuki bayrak, o topraklardaki üç unsurun, halk, ülke ve devlet unsurlarının sembolize edilmiş ve kutsal olan, saygı duyulan, hatta uğrunda ölmenin bile göze alındığı "ortak değeri" olmalı değil midir?

Mehmet Akif Ersoy, yazdığı o güzel şiirlerinden birinde, "bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır" diyordu. Ancak bugünkü Arap devletlerine baktığımız zaman görüyoruz ki, bayrağın üstünde kan olması tek başına bir anlam ifade etmiyor. Önemli olan, insanın kendisinde de kan olmasıdır.

İnsanlarda kan olmadıktan sonra, bayraklarında değil Kurtuluş Savaşı şehitlerinin, isterse Uhud ve Kerbela şehitlerinin kanları olsun. Kudüs'ün ve Filistin'in kurtuluşu deyince ilk aklımıza gelen isim olan Selahaddin Eyyubi’nin kartalına bayrağında yer veren Mısır'ın bugün İsrail'in bölgedeki en yakın Arap müttefiki olması, İsrail isimli yasadışı terör örgütüyle Camp Dawid Antlaşması'nı imzalaması. Osmanlı sancağını kendilerine ülke bayrağı olarak seçen Tunus'un bugün Müslümanlar için bir açık hava hapishanesine dönüşmesi.
Fransız emperyalizmine karşı verdikleri Kurtuluş Savaşı'ndaki şehitlerin kanlarını temsil eden bayrağına kırmızı renkte ay – yıldız işleyen Cezayir'in Fransa'dan aldığı emirle 1992 'de askeri darbe yapması.

Bayrağının üzerinde kocaman harflerle "La İlahe İllallah – Muhammeden Resulullah" yazan Suudi Arabistan'ın, petrol ve benzeri tüm zenginlikleri ABD emperyalizmine peşkeş çekmesi, 1987'de Hac'da, Allah'ın evinde "müşriklerden beraat" yürüyüşü yapan İranlı hacıları katletmesi, son Lübnan olaylarında "Filistinlilerin başarısı için dua etmek haramdır" diye fetvalar yayınlaması.

Bayrağının üzerinde, içinde "yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz" ayetinin de bulunduğu Fatiha suresini temsil eden yedi köşeli yıldız bulunan Ürdün'ün, bugün İsrail'e kulluk etmesi ve ayakta kalabilmek için sadece ABD'nin yardımına muhtaç olması. Demek ki bayrakların üzerinde kan olması tek başına bir anlam ifade etmiyor. Önemli olan insanların kendisinde de kan olması. Olaylara, insanlara, dünyaya ve hayata bu yönden baktığınız zaman, bu gerçeğin nedenini kavramakta zorlanırsınız.

Hizbullah da Arap'tır, Suudi Krallığı da, Mısır rejimi de. Ama kesinlikle aynı kanı taşımıyorlar. Arap’ın Türk düşmanlığını ise hiç yazmayayım artık Yakın zamanlarda, Arap size ne yaptı diyen bir yöneticimize de, İngiliz’le anlaşarak Türk’ü arkadan hançerleyen kalleşlikleri de, bir tarih kitabı açarak öğrenmesini tavsiye ederim. Farkındayım, zaten Arap yöneticiler ufak, ufak buraya kapağı atıyorlar. Buyursunlar biraz da buradan yesinler.
Tüm vatandaşlarımın kurban bayramlarını kutlar iyi seneler dilerim.Necmi Özney
31.12.2006 Memleket haber

CONDİ SENİ ÇOK SEVİYORUM

Dünya’nın, büyüklüğü kendinden menkul, demokrasi havarisi ve planetimizin ve düzeninin koruyucusu yüce Amerika'nın tayini başka ülkeye çıkmış eski büyükelçisi Peter. Galbraith, Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürdistan devletinin, Türkiye’ye faydası olacağı incilerini döktü ortaya, geçen günlerin birinde. Kuzey Irak bölgesinin, uzak olmayan bir gelecekte bağımsız olacağını yazan sevgili Peter, laik, Arap olmayan, batı ve demokrasi taraftarı bağımsız bir Kürdistan devletinin, Türkiye’nin yararına bir etki yapacağından, Irak’ın bölünmesi gerektiğini döktürdü yazısında.

Iraktaki iç savaş ortamının, bundan böyle ulusal bir birlik hükümeti kurma çabalarını olumsuz etkileyeceğini, Irak’ta süren iç savaş ortamının, Iraklılar tarafından sürdürüldüğünü belirtti. Efendim, İran ve Suriye çok ayıp ettiler, niçin Irak'a demokrasi götürmeye ve Irak'ta düzen sağlamaya çalışan ABD ye niçin yardım etmediler.Bakalım laf nerelere gelecek.

" Irak'ta bir iç savaş var, ABD bu durum karşısında Irak'ta bir devlet olmadığını artık anlaması gerekiyor. O zaman ne yapacak garibim, demokrasi ve halka hürriyet getirmek için.Kürt,Sünni ve Şii bölgeleri ile ayrı ayrı anlaşmalar yaparak kendisine ve Irak'a bir çıkış yolu sağlayacak." (Yüce Allah'ım, ne olur biraz mertlik ve insanlık ihsan et bu adamlara. İnsan canının kıymetini öğrensinler biraz.) Ama takdir etmedi de değilim yani bu fikri. Hadi bakalım onlar başlasın bende elimden gelen bir şeyler olursa yardımcı olacağıma söz veriyorum. Parçalayalım, bölelim bari.

Tam bu sırada Condoleezza Rice ise Türkiye'den ve uyguladığı politikadan takdirle bahsetmeye başladı. Hakikaten onu iyi anlayalım ve sevildiğimizi bilelim. Bakın ne demiş Condi.(ben ona Condi derim oda bana, Neco der ).Laf aramızda haklı vallahi.
" Irak'ın bazı komşuları bize yardımcı olurken, bazıları ise yardımcı olmuyor. İran, Irak’taki mezhep ve etnik çatışmalarını körüklüyor. Türkiye ise kuzey Irak'ta sorunlar çıkarabilirdi. Ancak farklı bir davranış gösterdiler. Kürtler ile barış köprüleri kurdular ve Kürtlere destek verdiler. Türkiye’nin Irak politikası takdir edilmeye değer."
Koltuklarım kabardı, takdir edilmek ne güzel şey Allahlım. Canım benim, Condi bu, sevimli şey ya. Thanks Condi.

Bir güzel haberde Alman Marshall fonundan geldi. Avrupa Birliği'nin Türkiye ile müzakereleri askıya almasının AB nin stratejik vizyon eksikliğinden kaynaklandığı. Avrupa'nın şu anda karmaşık bir dönem içinde olduğu ta ki mezhep ve etnik çatışmalarını körüklüyor. Tür. Fakat Türkiye'nin AB projesini desteklemesi ve sahiplenmesi gerektiği. Aksi takdirde sürecin dışında kalabileceği söylendi.

Kendi kendimden utanıyorum dostlar. Ben AB kuruldu da bitti zannederdim meğer proje safhasındaymış. Eh buraya da yardım ve desteğimizi seve, seve veririz artık bundan böyle.

Niyazi! Bak sana buradan sesleniyorum. Bir daha bana telefon edipte;
—Yahu inanma bunlara. Bu kadar sene yaptıkları kabak tadı verdi ya. Onun için, kurbağayı ürkütmemek için söylüyorlar bütün bunları. Deme bana artık. Hatta dostluğumuzu bitirelim istersen.

Necmi Özney 28.12.2006 Memleket haber

RUSYANIN ORTA DOĞU POLİTİKASININ ŞİFRELERİ

Suriye Devlet başkanı Beşar Esat, Ortadoğu’nun gergin dönemlerini yaşadığı ve bölge için en kritik dönemlerde, bir süre önce Moskova'ya gitti. Ziyareti yorumlamaya kalktığınız zaman ilk akla gelen, acaba Rusya Ortadoğu’da yeniden etkili olabilmek için kolları mı sıvamaya başladı? Sorusu geliyor. Bir yerlerde bir karışıklıklar, kaos ve iktidar boşlukları yaşanması halinde, buralarda durumu değiştirecek bir etkinin ve ilginin yaşanması doğal ve tetikte bekleyen güçlerin harekete geçmeye başlamaları her an beklenir. Bu da gayet normaldir.

ABD'nin Irak'a savaş açmasından bu yana,Irak' komşu ülkeler ve orta doğuda' ki bazı bölgelerde ABD karşıtlığının arttığı ve etkisinin azaldığı bölgelerde genişledi..Rusya ise bu durumu eskiden etkili olduğu ve zamanla kaybettiği gücü yeniden kazanmak için bir fırsat olarak algıladı.Şimdi açılan bu boşluğa diplomatik ataklarla girmeye çalışıyor.
Suriye devlet başkanı Beşar Esat’ın Rusya'ya yaptığı ziyaret, bu durumun altını belirgin bir şekilde çiziyor. Amerika, Suriye yönetimi ile yapıcı bir işbirliği içine girmeyeli çok uzun bir süre oldu. İran ile ise en az 20 yıldır diplomatik ilişki kurmamış, hatta köprüleri atma durumuna gelmiş. İran ve Suriye, Lübnan’ın kendi kaderini tayin etmesi, Filistin’de devam eden ve bitecek gibi görünmeyen sorunlar ile Rusya'nın Ortadoğu politikası için ideal bir köprü ayağı olabilir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana Rusya bölgede varlığını göstermeyi çok istediği halde başaramadı. Ama genelde Suriye ve İran devletleri,Rus yönetimince destekleniyor.Modern silahlar,özellikle füze savunma sistemleri,bölgede dengelerin Suriye ve İran lehine değişmesine büyük katkı sağladı.Örnek olarak İsrail'in,Irandaki nükleer tesislere saldırması olanağını çok istediği halde yok etti.Bilindiği gibi bu tesisler,Rusya'nın yardımıyla inşa edilmişlerdi.
Rusya'dan savaş uçakları, denizaltılar ve modern silahlar almak isteyen Suriye, İsrail’i korkutuyor ve bu yöndeki korkuları da bilinçli olarak körüklüyor. Hizbullah’a açık açık destek vermesi ve silah temin etmesi söylentilerini de bir kenara bırakmamak gerekiyor. İsrail son savaşta Hizbullah'ı yok etmeyi başaramadığı gibi daha da güçlenmesini ve prestij sağlamasının bile önünü açtı. Hizbullah şimdi batıya yakınlığı ile tanınan Sinyora hükümetini devirmeye çalışıyor.

Lübnan'daki çatışmaların sona ermesini isteyen Putin, aslında gelişmeleri sakin sakin izliyor. Bölgede ABD etkileri sallanıyor ve puan kaybederken, Rusya’nın bölgedeki etkisi tavan yapmak üzere ve Moskova bölgeye kendi kurallarını koymaya çalışıyor. Ruslar sıcak deniz ve Akdeniz'e olan aşklarını hatırlamaya başlıyorlar.
Rusların, Tahran’a yaptırımları reddetmesi, Lübnan’da hariri suikastının incelenmesi için uluslar arası bir mahkemenin kurulmasına karşı çıkması, Hamas yetkililerini bir yıl önce Moskova'ya davet etmesi ve Moskova'da Ortadoğu konferansı yapılması teklifi, Kremlin’in taktiğine çok güzel oturuyor. Rusya bu teklifiyle, resmi olarak açıklamadığı Ortadoğu konferansına, Suriye,İran,Filistin ve İsrail temsilcilerinin katılmasını planlıyor.Bu planda her hangi bir Avrupa devleti,ABD ve Türkiye yok.Avrupa ve ABD beni hiç ilgilendirmiyor. Fakat Türkiye'nin adının dahi geçmemesi bölgede oynaması gereken rolü ve gelişmeler karşısındaki elini zayıflatıyor. Hele Amerika için böyle bir konferansa davet edilmemek zor bir durum. Amerika bunu yüzüne atılmış bir tokat olarak değerlendirmeli.
Bu gelişmeler Rusya'nın güvenliğini arttıracak ve küresel sorunlarda daha çok söz sahibi olmasını sağlayacak bir durum yaratacak. Putin’in bu diplomasisi, Rusya’nın enerji zengini bir ülke olmasının yanı sıra,silah satıcısı bir ülke olmasını ve bu piyasada öneminin artmasını da sağlayacak.Doğrusu Putin iyi diplomat.Amerika'nın bu bölgede yaptığı hataları ve bıraktığı boşluğu gayet iyi kullanıyor ve doldurmaya çalışıyor.

Necmi Özney 25.12.2006 Memleket haber

DÜNYANIN GİZLİ DERİN DEVLETİ

Devamlı duymaktayız. Filanca yerde, falan olay olmuş, fişmekanların gizli teşkilatı, meydana gelen olayla ilişkilendirilmiş. Sonrası, gizli cemiyet ve teşkilatlar hakkında yorumlar. Atı alan Marmaray'dan Üsküdar'a geçmiş. Bir süre sonra unutulan katliamlar, insanlık ayıpları.
İlk gizli teşkilat ve cemiyetlerin ideolojik prensipleri, Tanrı ile Dinin birlikteliği esasına dayandırılır. Bu gizli cemiyetleri belli bir formata sokan ve esaslarını belirleyenler ise daima din adamları ve ruhani sınıfın etrafında çöreklenmiş, olayların kenarından, köşesinden bir şekilde nemalanan cepleri paralı, dini politikaya alet eden kimselerdir.
Bu cemiyetler ve kişiler, insanlık tarihi ile başlamış, duruma göre kabuk değiştirerek bu güne kadar gelebilmişlerdir. Ana beslenme ve sistem ihtiyaçları, bilgilerin yazıya döküldüğü, zerdüştlük, mithraizm, phitagorasçılık, eflatunculuk, kabalacılık, sufizm ve Batıniler gibi daha eski. Templenioner, malta şövalyeleri ve gül haçı v.s. gibi fakat nispeten yeni cemiyetlerde dâhil, Sümerler, eski Mısır, Mezopotamya ve orta doğu inançları alınarak veya bunlara mistik inançlar eklenerek karşılanmıştır. Yıllar ve asırlar sürecinde, birbirlerinden esinlenerek inanç ve mistik bilgiler çalarak Rönesans’a kadar geldiler.
Mevcudiyeti her zaman münakaşa konusu olan, Gül Haç cemiyetinin de masonluğun bir kanadı, hatta devamı olduğu bile söylenebilir.1600 lü yıllarda İngiltere de, kiliseye başkaldırı hareketinin bu cemiyet tarafından yapıldığı bilinir.15.yüzyılın başından beri tarihteki tanınmış
simaların ( Leonardo da vinci, Robert Boyle, İsaak Newton v.s.) cemiyetin başkanlığını yaptığı ve ta o zamandan beri bilgi ve Dünya hakkındaki isteklerini kuşaktan kuşağa aktardıkları yabancı düşünür ve yazarlar tarafından açıkça yazılmaktadır. Hali hazırda gül haç teşkilatının Dünyanın her yerinde faaliyet gösterdiği iddia edilir.
Başka bir gizli teşkilat ise İlluminati ( aydınlanmışlar ) cemiyetidir. Almanya’nın Baveria şehrinde kurulan yine yabancı araştırmacıların ifade ettikleri gibi, kolları olan ülkelerdeki üye bilgilerini sır gibi saklamalarıyla ünlüdür. Özel ayin ve merasimden geçmeden, belli bir kariyer sahibi olmayanlar cemiyete kabul edilmezler. ABD’nin yönetim kademesinde bulunanlar çoğunluğu ya bu cemiyete üyedir, ya da cemiyetten icazet almadan her hangi bir karar alamazlar.Teşkilata ihanet edenlerin cezası ölümdür.Bu cemiyetin NATO,GLADYO gibi veya yer altı gizli teşkilatlarıyla ilgisi vardır.Bütün bunlardan amaç ise, Başşehri Kudüs olan "Tek Dünya Devleti" kurmaktır.Yılda bir defa toplanan İlluminati üyeleri bu devleti kurmak için o an ki durumlara göre planlar yapar,kararlar alırlar.Bu planlara muhtelif ülkelerde,ekonomik krizler çıkarmak,savaşlar başlatmak ve bu savaşların süresini uzatmak, çeşitli hastalıklar yaymak,hedef ülkelerde psikolojik bıkkınlıklar yaratmak ve bazı yerlerde etnik temizlikleri desteklemek,kaos yaratmak gibi olaylar dahildir.İlluminati'nin ana hedeflerinden biride "Kaostan kaynaklanan düzen"dir.Bu cemiyet,kendi düzenini korumak için devamlı kaos yaratmak zorundadır.İlluminati'nin üye sayısı 300 kişidir.Bu kişiler 5 sınıfa ayrılır.Bu sınıflar, her gizli sırrı bilenler,olayları izleyen ve rapor haline getirenler,Öğreticiler, öğrenenler ve anlayanlardır.Bu son anlayanlar sınıfına bütün Dünyada 10 üye rehberlik eder.
Başka bir gizli teşkilat olan ve Amerikan Başkanı Bush ve diğer Amerikan başkanlarının da üyesi olduğu bilinen" Kuru kafa ve kemikler" teşkilatının bilinen ilk tarihi 1882 yıllarından başlar. Bu Connecticut Yale üniversitesi merkezli çok gizli bir teşkilattır. Üyeleri arasına her yıl 15 kişiyi kabul eden bu cemiyet genelde Amerikan çıkar ve sermayesini Dünyada etkin kılmak ve Amerika için hayati önem taşıyan konular hakkında kararlar almaktır. Bu teşkilatın üyeleri genelde Amerika'da yaşayan büyük ve uluslar arası şirketlerin ortaklarıdır. Genelde bunlar dev aile şirketleridir. Denilir ki,bu son seçimlerde oğul Bush,üyeler arasında çıkan ve anlaşmazlıkla sonuçlanan bir entrika sonucunda başkanlık koltuğuna oturtuldu.
Bohemian Kulübü 1880 yılı civarında Amerika'nın California eyaletinde kuruldu. Üye kimlikleri pek saklanmasa da, cemiyet merasimleri, ayin şekilleri ve faaliyetler gizli kalmak zorundadır. Cemiyetin ileri gelenleri San Francisco'da bulunan bir bağ evinde gizli toplantılar yaparlar. Toplantının yapıldığı zamanlarda civarda geniş ve çok katı güvenlik önlemleri alınır. Basın yalnızca bu önlemleri haber yapar ve resimler. Sadece bu kadar. Bu toplantılara Amerikan merkez bankası idarecileri, petrol şirketleri, politikacılar, büyük sermaye sahipleri katılır. En özel tarafı ise bu toplantılarda ayin düzenlenir. Sembolleri baykuştur. Bir rahip ve bir rahibe ayini yönetir. Sembolik dramalar canlandırılır. Amerika’da bu cemiyetten onay almadan her hangi bir kuruluşta görev alınamaz ve hatta başkan bile olunamaz. Bu teşkilatta yükselmek için sadakati ispat mecburiyeti ana kanunlarıdır.
Şimdi gelelim globalleşme hikâyesi veya entrikasına. Globalleşmenin esasları 1921 yılında New York’ta, artık fikrin bütün Dünya'ya empoze edilmesi zamanının geldiği kararına varılması sonucu uygulamaya konulmuştur. Birinci Dünya savaşı sonrası, savaşların durdurulması ve genel bir barış düzeninin kurulması senaryosu ile CFR (Dış ilişkiler konseyi) tarafından ve buna bağlı vakıflarla globalleşme fikri yayılmaya başlamıştır. Bu planın gizli maksatlarından en mühimi, hedef ülkelerin ekonomik ve iktisadi kurumlarını çökertmek ve Amerikan sermayesini tüm Dünya'da hakim kılmaktır. Bazen olayı fazla açık etmeden, bazen IMF gibi kurumları kullanarak ve bazen de vakıflar aracılığı ile fonlar sağlayarak yandaşlar toplamak sureti ile maksatlarını gerçekleştirirler. Bu olayı Amerika'nın büyük sermaye devleri finanse ederler. Bu fonlardan biride bizim çok iyi bilmemiz gereken ve Türkiye'ye giren ilk hançer olarak niteleyebileceğim MARSHALL fonudur. Hani halk arasında Marshall yardımı diye hatırlanan. Gönderilen o pis süt tozlarının kokusu hala beynimde bir yerlerde saklıdır.
Birde Trilaterial diye 1973 yılında, Rockfeller, Kissencer ve Bizerjinski tarafından kurulan ve "Yeni Dünya Düzeni" ni yaymak için çalışan bir kuruluş var. Ve bütün Dünyada devletlerin önemli görevlerinde bulunan yüksek bürokratlardan çok miktarda üyesi vardır.
Bilderberg grubu ise 20.asra damgasını vuran, 21.asırda ise Dünya üzerindeki etkinliğini daha da güçlendirmek için planlar yapıp geliştiren, sömürge düzenini yerleştirmeye çalışan ve İlluminati’nin bir koludur. Yapılan toplantılar sonunda hiçbir şekilde dışarı bilgi sızmaz. Ve bu bilgi davetli olanlardan bazılarından dahi gizlenir.
Evangelizm, Siyonizm, arz-ı mevut gibi mezhep ve kavramları duymuşsunuzdur. İşte yukarıda sözü edilen bütün cemiyetler bunlara hizmet ederler. Gezegenin tümünü kontrol altında tutmaya çalışarak. Hiç merak etmeyin ekselanslar. Emrinizdeyiz.
ŞİMDİ SİZE BİR ÖDEV,
500 yıl önce Yahudilerin İspanya'dan sözde kovulmaları. Osmanlı sultanının, acaba Yahudi asıllı annesinin telkini ile mi Yahudileri topraklarına kabul ettiğini, İsrail devletinin nasıl kurulduğunu, Dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudi'leri kimlerin organize ettiğini, ve olayları anlamakta zorlanan Yahudilerin, orta doğuya gitmeleri için nasıl ikna edildiğini, Almanya’nın etkili ikna yöntemlerini araştırın. Hep bizden beklemeyin birazda siz çalışın.

Necmi Özney

21.12.2006 Memleket haber

BRÜKSEL LAHANASI AB, KIBRIS,TARİH BİLİNCİ

Üye ülkeler ne kadar iyi hazırlanırlarsa, Avrupa Birliği genişleme sonrasında o kadar iyi işler. Avrupa Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada böyle diyordu. 2004 yılında, bölünmüş bir Kıbrıs'ı üyeliğe kabul eden bir birlik için, Bu nasıl bir ifade, nasıl bir iki yüzlülük. O zaman yapılan organizasyonu, yapılan planları bir düşünün.

Kıbrıs'ın AB üyeliği, Ada'nın gevşek bir federal yapıda birleşmesini öngören Birleşmiş Milletler planını, güneydeki Rumların ezici bir çoğunlukla reddetmesinden sekiz gün sonra gerçekleşti. Oylamanın yapıldığı tarihlerde oy kullananlar arasında Türkiye'den giden Rumlar dahi vardı. Oylama zamanı Türkiye-Güney Kıbrıs yolcu trafiğini bir inceleyin göreceksiniz. Biz hala anlayamıyoruz veya anlamak istemiyoruz ama, benim bildiklerim arasında yaşlı bir kadın dahi vardı Güney Kıbrıs’a gidip " Ohi " demek için.Hem de nasıl bir telaş bir görseydiniz.Sanki Kıbrıs kaçacak.Bütün ilişkilerini hep kahpe Bizans entrikaları şeklinde kuran Rum tarafının,böyle planlı bir oylamayı yalnız başına planladığını söylemek biraz değil fazlaca safdillik olur.Hala biz anlamamakta ısrar edelim.Adamlar açık,açık söylemediler mi ? Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız diye. Genel Sekreter Kofi Annan o günlerde, Kıbrıs'ın tarihi bir fırsatı kaçırdığı, Avrupa Birliği'nin bölünmüş ve militarize olmuş bir ülkeyi üyeliğe kabul ettiği uyarısında bulunmuştu. Demek ki o bile bazı şeyleri hazmedememiş. Uyarısı haklı çıktı. Üye olduktan itibaren, son derece kavgacı ve popülist bir milliyetçi olan Tasos Papadopulos liderliğindeki Kıbrıs, bildiğini okumaya devam etti ve bunun için hiçbir zaman cezalandırılmadı. Kıbrıs'ın bölünmüşlüğü, Avrupa Birliği'nin en uzun süredir devam eden krizlerinden biri. Annan Planı'nı reddeden Rumları üyeliğe kabul ederek,

Avrupa Birliği sorunun devamını sağladı. Maksat gayet açık Rumları Kıbrıs davasında yalnız bırakmamak. AB bu tavrıyla Kıbrıslı Türklere alçaklık ederken, stratejik kavrayışının da bir Bizans oyunundan daha fazla olmadığını göstermiş oldu. Bu çerçevede, Olli Rehn’in üyeliğe iyi hazırlanma hakkındaki sözlerinden, berbat bir ikiyüzlülük kokusu nasıl yayılıyor değil mi?
Genel olarak şöyle cümleler duyarız "Biz Türklerin hafızası zayıftır. Hemen unuturuz" . Acaba öylemi? Yoksa bilinçli olarak mı, birileri tarafından hafızamız yok ediliyor. Birileri ne yaparlarsa yapsınlar, Güneş değil, Türk'ün güneşlerini balçıkla sıvayamazlar.1839 yılındaki, Gülhane Hattı Şerifi adı ile imzalanan antlaşmayı unutturamazlar.1856 yılındaki hattı hümayunu ise hiç. Ne idi bunlar kısaca hatırlayalım.Yabancılara toprak sahibi olma izni verilecektir ama ( Ta o zamanlardan kalan bir istek) Türk milletinin ne yapacağı belli olmaz kuşkusuda vardır içlerinde.O zamanki yöneticilerin beyinlerine maya çaldılar ama,beyinleri maya tutmayan, vatanını milletini seven yöneticiler yüzünden, çalınan mayalar etkisiz kaldı.Anladılar ki ,Osmanlı İmparatorluğu'nun maya tutması uzun ve zahmetli olacak.O zaman karar verildi Tanzimat yavaş,yavaş ve azar,azar sızılarak yapılacaktır.Tarihte açıkça görülüyor ki, o zaman adı Osmanlı olan Türkiye'nin yer altı ve yer üstü zenginlikleri iç ve dış entrikalar yüzünden geri bırakılmaya çalışıldı.Hatta o zamanlar Osmanlı ordusunu yenilemeye ve modernleştirmeye karar veren Padişah, bir heyet kurmuş ve yalnızca ordunun giyim ihtiyacının yurt içinde sağlanması ve incelemelerde bulunması için İngiltere'ye yollamıştı . İngilizler ise, büyük Osmanlı İmparatorluğu çulla çaputla mı uğraşır padişahım, diyerek maliyetinin yarısı ile Osmanlıya kumaş satmışlardı. Buyurun buradan otlayın. Kumaş üretmek, sanayileşmek ne gerek bize. Entrikayı görüyor musunuz? Lazımsa bir şey, var bizde her şey. Haydi, gelin pazarcılık oynayalım. Bu oyun 75 yıl devam etti.Şimdi AB,o zamanlar yedi düvel dediğimiz topluluk baktı ki bu uyum ve düzene koyma işi Osmanlı Hükümetleri ile uyum içinde çalışıyor olsalar dahi çok uzadı.Ne yaptılar hepimiz gördük .1914 yılında Çanakkale'yi geçemediler.Fakat çok uyum içinde çalıştıkları Osmanlı hükümetleri ile el ele vererek ve tek kurşun atmadan 1919 yılında bütün ülkeyi işgal ettiler.Önümüze Sevr’i getirdiler. İşte o zaman Osmanlılık vatanını, milletini sevenlerin kafasında bitti. Gazi Paşa’nın, Mustafa Kemal Atatürk' ün önderliğinde, Türk milleti bu sefil planı yerle bir etti. Yıktı geçti ama bedeli ağır oldu. Bedel can oldu. Bedel kan oldu.
Ama ne gariptir ki. Büyük Ata'nın ölümünün hemen ardından, 1939 yılında ilişkiler yine eskiye döndü. Yani içten veya dıştan birileri, tam çark dönmeye ve hız almaya başlar başlamaz çomağı çarka sokuverdi.

Efendim montaj sanayii ! "yahu de get" montajın sanayisi mi olurmuş derken oda bitti gibi. Şimdi ithal ediveriyoruz ne güzel. Hayvancılık deseniz bitik vaziyette. Eskilerde, Sivas için, Türkiye’nin texsası derlerdi. Tarım şimdilerde can çekişmekte. Dünya'da kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olan ülkemiz, bilinçli bir şekilde batırılmaya çalışıldı. Şu anda yanlış tarım politikaları ve önem vermemeden ötürü, tahıl ambarı Konya ovası çölleşme tehlikesi altında. Toprak tuzla kaplanıyor ne yazık ki. Ekonominin can damarı bankalar Yunana emanet artık. Haberleşmede keza öyle. Liste uzayıp gider yazdırmayın artık, yükseltmeyin tansiyonumu benim. Alın elinize birer tarih kitabı okuyun Tanzimat fermanıymış, AB uyum yasalarıymış hepsi birbirinin aynısı. Okuyun göreceksiniz. Pırıl pırıl gençler yetişiyor hepsi işsiz moralsiz. Amerika gibi yerde aslanlar gibi Türk doktorları harikalar yaratıyor. Biz doktoru dahi ithal etmeye çalışıyoruz. Bana öyle geliyor ki, bundan sonra milletimin yapacağı her şey bir İSTİKLAL SAVAŞI olacaktır.

Necmi Özney 19.12.2006 Memleket Haber

KÜRESEL ISINMA,SONUÇ YAMYAMLIK

Geçenler de bir amerikan filmi seyrettim. Bu filmde halkın bir kısmı yeraltında pislik, açlık ve sefalet içinde yaşıyor. Dışarıda eski püskü giysili, motosikletli, silahlı ve haydut kılıklı adamlar cirit atıyor. Ama başka bir yerlerde temiz giyimli sırtları pek, karınları tok, yönetici olsalar gerek diye düşündüğüm tipler. Filmdeki temiz giyimli adamların derdi saltanatlarını kaptırmamak. Haydut kılıklı olanlar ise karaborsa, soygun ne kötülük varsa yapıyorlar. Ortam çok kötü her yerden dumanlar tütüyor. Her sokakta variller içinde ateşler yanıyor. Sanki kıyamet kopmuş. Bu arada halkı sorarsanız yeraltında, kanalizasyon dehlizlerinde kedi kadar farelerle birlikte güneş yüzü görmeden yaşıyorlar. Tabii yeraltında da kaos hakim.
Dervişin fikri neyse, zikri de o olurmuş deyiminden yola çıkarsak ve Iraktaki savaşı da göz önüne alırsak, kendini nerdeyse yarı tanrı olarak gören ve dünyadaki her ota, sapa burnunu sokmaya çalışan ve burnunu soktuğu her yere demokrasi götürüyoruz diye kan, acı, sefalet ve savaş götüren Amerikalı yöneticilerin de fikir ve zikirlerini de apaçık görmüş oluruz.
Konumuz küresel ısınma ne alaka diye düşünmeyin. Çünkü ısınmanın sonunda yokluk, kıtlık ve bir şeylerin azalması gibi sonuçlar var. Şimdi bakalım dünyada neler azalmış veya azalmak üzere. İlk aklıma gelen petrol, yeraltı hep petrol olsa, çıkar çıkar bitiyor, rezervler azalıyor. Tanrı ile konuştuğunu söyleyen emperyal ve de pek medeni, uygarlık beşiği Amerika ne Yapıyor. Hiç ilgisi olmayan bir olayı bahane ederek saldırmaya ve soymayı düşündüğü bir devlete karşı savaş açıyor. Pardon, demokrasi götürüp halkı kurtarıyor. Yapabilse açık, açık petrol kuyularına el koyup aparacak ama olmuyor.
Irak' ta yaşayan halkın içinden hain bir grubu da desteklese de ve o gruptan destekte alsa da olmuyor. Iraklılar içinde ırak'ı seven vatanlarına bağlı insanlar razı olmuyor. Ama sonuçta 650000 Iraklı canından, sevdiklerinden ve yerlerinden oluyor. Amerikalılar ise demokrasi götürmenin ve bir devleti, bir despottan kurtarmanın, halkı dini ve etnik olarak bölmenin ve kaos yaratmanın hazzını yaşıyorlar.
Yani neymiş efendim,
Azalan bir enerji kaynağının yeni sahipleri olmak için masum halkı öldürmek, malına, canına ırzına Zarar vermek mubah. Dünya üzerinde yaklaşık 6 – 6,5 milyar insan yaşıyor. Açlıkla pençeleşen insanlar var. Resimlerini görmüşsünüzdür kemik üzeri deri. Hatta şimdi gözümün önüne geldi. Açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun birkaç metre ilerisinde bir akbaba, çocuğun ölmesini bekliyor sabırla. Bunlar abartılmış değil inanın. Bir de haber veya basında,savaşlara harcanan paranın yarısı yoksullar için harcansaymış Dünyada açlık diye bir şey kalmazmış diye haberler çıkmıyor mu . ?İşte o zaman tam bir kaos içine ben giriyorum. Ellerim gayri ihtiyari sıkılıyor. Bu katillerden biri önümdeymiş gibi üzerine atılıp parça, parça etmek İstiyorum. Saddam, nükleer silah hikâye. Maksat zorbalıkla el koymak ve hırsızlık. Şimdi düşünelim bakalım, küresel ısınma sonucu temel besin maddeleri azaldı veya bulunamıyor. Dünyanın kısıtlı bazı yerlerinde, oda ancak onları yetiştiren halka yetecek kadar. Alın, size yeni bir petrol hikâyesi. Yarı tanrı rolüne soyunmuş evanjelistler bu kısıtlı gıdaları onlara bırakır mı zan ediyorsunuz. Hemen oraya demokrasi götürüp insanları özgürleştirmek için ordular toplar ve sivil filan demeden özgürlük verirler. Bir Amerikalı şair ne demiş. İnsanlar ölünce özgürleşirler! Yani toplu kıyım toplu özgürlük. Dünyada 37 milyon kendini insanüstü gören ve yarısından çoğu Amerika'da yaşayan zengin takımı varmış. Bunu da bu gün duydum. Allah daha çok versin. Öbür dünyada da para lazım olabilir herhalde. Daha da zenginleşsinler gözümüz yok . Ben onlar kadar zengin olsaydım fakirlere yardım yapardım gibi düşünerek Onlarında böyle olduğunu zan ediyorum. Allah’tan bu tiplere biraz insanlık ve vicdan niyaz ediyorum. Ya birde yiyeceklerde tükenirse küresel ısınma sonucu. Bakın birden ürperdim. Kendimi Florida'da bir Amerikalı ailenin pazar pikniğinde, villalarının barbeküsün de ızgara yapılıyorken görür gibi oldum.

Necmi Özney
17.12.2006 Memleket haber

27 Nisan 2007 Cuma

CARİ AÇIK VE SAYILARLA OYNAMAK

2007 yılı bütçesinin görüşülmeye başlanacağı şu günlerde, medyada, enflasyon oranı ve % şu kadar büyüdük bu kadar büyüdük haberleri sıklıkla yapılıyor. Uygulanan değerli kur politikaları sebebi ile ara mal üretimi artmamış ve bu ara malların yurt içinde üretimi teşvik edileceğine ithalat yolu ile karşılanmasına gidilmiştir. Düşünün, zaten sanayileşmiş bir ülke değilsiniz ara mallarını bile iç piyasanda üretemezseniz neyi ihraç edeceksiniz. İthalat rakamlarıyla, bilhassa seçilmiş bazı tüketim mallarının fiyatları ile oynayıp sonuçları medyaya sunarsınız, her şey tozpembe görünür. Fakat bu şekilde yapılmış hesaplarla istihdamı düzeltmede ve gelir dağılımında bir iyileşme sağlayamazsınız. Bu şekilde bir ekonomik büyüme, sağlıklı ve sürdürülebilir değildir ve olamazda. Son yıllarda enflasyondaki düşüşe rağmen, reel faizlerin yüksekliği ve ytl‘nin aşırı değerlenmesi. Kaynağı belirsiz ve önemli miktarda sıcak para girişine neden olmuştur. 2003 yılı hesaplarında kaynağı belirsiz fakat kayıtlara giren yaklaşık 6 milyar dolar bir sıcak para girişi vardır.2004 yılında ise bu miktar azalmış 4 milyar dolar civarında bir sıcak para girişi olmuştur. Fakat bunlar sadece yaklaşık olarak kayıtlara giren rakamlardır. Daha da önemlisi, kayda girmeyen önemli bir miktarda yeşil sermaye(niçin yeşilse) denilen para Türkiye'ye girmiş bulunmaktadır. Büyük boyuttaki bu sıcak para girişi zaten aşırı değerli olan ytl yi daha değerli hale getirmekte ve ithalatı teşvik etmektedir. Hele bu paralar üretimde değil de rant ekonomisinde döndüğünden, dolayısı ile dış ticaret ve cari işlemler açıkları da devamlı büyümektedir. Yüksek oranda gerçekleştiği açıklanan büyüme rakamları, büyük ölçüde ithalat rakamlarına dayalı olarak yapılınca dış ticaret ve cari işlemler açığına yol açmaktadır. Bu açıklar ise,sıcak para ve dış borçlarla kapatılmaya çalışıldığından ve bu ödemelerin sağlanması içinde "düşük kur/yüksek faiz" döngüsü devam ettirilmekte ve biraz daha içinden çıkılmaz duruma gelinmektedir.Dolayısı ile borcu arttıran ve cari işlemler açığının ulaştığı bu boyutlar ekonomide hassasiyeti arttırmakta ve en ufak bir krizde dahi ekonomiyi çökme noktasına götürmeye açık hale getirmektedir.Tabii böyle bir durumunda uzun zaman sürdürülmesi mümkün değildir.DİE nin bu hesapları yaparken başlangıç ve orta dönemlerde hesapları revize etmesi, son dönem hesaplarını da bu ilk dönemlere uydurmaya çalışması büyüme rakamlarının hormonlu olarak yüksek çıkmasını sağlamıştır.Fakat DİE tarafından da bu hesaplar yapılırken nelerin baz alındığına dairde bir açıklamada yapılmamıştır.Bu rakamların artmış görünmesinin nedenlerinden biride,şirket stoklarının şişmiş ve artmış görünmesidir. Böyle bir durum, ekonomi ve işletme gayesi açısından hiç gerçekçi değil, hatta mantıksız ve anlamsızdır. Kişi başına düşen milli gelirdeki artış rakamları, döviz kurlarındaki düşüşten yani ytl nin değer kazanmasından kaynaklanmaktadır. Ve bu rakamlar genel ve reel olarak vatandaşa yansımaz. Hormonlu olan her şey halk sağlığına zarar vereceğinden halk koruma altına alınmıştır. Nereye yansır o zaman bu paralar diye soracak olan varsa, ben onu bilemem ama akıllı paradır, o gideceği yeri gayet iyi bilir.
Necmi Özney 12.12.2006 Memleket haber

GLOBALLEŞEN DÜNYA VE MERKEZ BANKALARI

Avrupa Merkez Bankası finans piyasalarına haftalar önce "faizlerin yükseleceği" sinyalini verdi çaktırmadan. Şimdi Amerikan Merkez Bankası'nın ne yapacağı merakla bekleniyor.

Avrupa Merkez Bankası'nın Kasım ayında çıkan aylık raporunda, enflasyon beklentisi nedeniyle 2006 ve 2007 yıllarında son derece ihtiyatlı olmak gerektiği belirtiliyordu. Bu ifade, ana faiz oranının artacağı anlamına geliyor. 2005'in Aralık ayından bu yana yapılan dört faiz arttırımı öncesinde de aynı uyarı yapılmıştı. Amerikan Merkez Bankası ise reeskont haddindeki uzun tırmanışa son verdi ve yakın gelecekte de faiz ayarıyla oynamayı düşünmüyor gibi.
Peki, merkez bankaları birbirini nasıl etkiliyor? Avrupa Merkez Bankası faizlere el sürmemeye karar verseydi, Amerikan Merkez Bankası'nın faiz politikası bundan etkilenir miydi? Bankaların Piyasa Analiz Bölümü sorumluları ikiye ayrılmış durumda. Kimi böyle bir ihtimal var derken kimide yok demeyi tercih ediyor.

Prensipte merkez bankaları birbirinden bağımsız hareket eder. Ancak Amerikan Merkez Bankası'nın faiz kararları Euro-dolar kurunu etkilediği için Avrupa Merkez Bankası döviz kurunda ani dalgalanma olup olmadığına bakar. Çünkü dolar kuru, Euro bölgesinin ekonomik gelişmesini doğrudan etkiler.

ABD, 300 milyonluk nüfusu ile DIŞ TİCARETİN HAYATİ OLMADIĞI dev bir iktisadi bölge. Euro bölgesinin ekonomik selameti ise ihracattaki başarısına bağlı. Bu bakımdan Avrupalıların, Amerikan faiz politikasını yakından izlemeleri lazım. Amerikan para politikasına Avrupa'nın refleks göstermesi hayati önemli ve gayet normal.

Avrupa Merkez Bankası Başkanı, geçenlerde Amerikan ekonomisinin durgunluğa sürüklenmesinden endişeli olduğunu söylemişti. İhracata bağımlı olan Euro bölgesi de bundan etkilenirse Avrupa Merkez Bankası ihtiyatlı bekleyiş pozisyonuna geçer. Amerikan Merkez Bankası'nın ana faiz oranını düşürmesi, Euro'nun değer kazanması anlamına geleceğinden, bu durumda Avrupa Merkez Bankası daha da tedbirli ve daha da uyanık kalacaktır.
Her iki merkez bankasının faiz kararları arasında dolaylı bağlantı vardır ve Dünyanın en büyük ekonomik bölgesi olan ABD'de durumun iyi ya da kötü olması Euro bölgesine doğrudan tesir eder ve enflasyonun yükselmesini direkt olarak etkiler.

Ben burada globalleşmeye işaret ediyor ve para politikalarının bundan 10–20 sene öncesinden çok farklı faktörlere bağımlı olduğunu hatırlatıyorum ve Globalleşmenin dev adımlarla ilerlediğini ve hiçbir para bölgesinin enflasyon bakımından kendini dünyadan tecrit edemeyeceğini söylemek istiyorum.

Globalleşmenin enflasyondaki payı yaklaşık %70 civarındadır. Bu da merkez bankalarının, milli enflasyonun sadece %30'u üzerinde etkili olabilecekler demektir. Bu bakımdan globalleşen dünyamızda, merkez bankalarının öncelikle ticari ilişkilerin, milli ekonomileri üzerindeki etkilerine dikkat etmeleri önem arz etmektedir.

Necmi Özney 11.12.2006 Memleket haber

YAŞIYORSA YAŞIYORDUR HERHALDE

Bilmiyorum bu olay yalnızca bendemi yoksa her insanda var mı? Olay şu, ben işimi normal akışında, o işe yoğunlaşmış olarak yaparken ve inanın benim işim başka türlü yapılmıyor. Her etabın olmazsa olmazı, düşünerek yani beynime mesai yaptırarak yapıyorum. Fakat olay olarak bahsettiğim durum, beynimin bir yerleri yaptığım işle veya o anla bağlantısı olmayan şeyler düşünüyor, kurguluyor. Geçen gün teknik bir sorunla ilgili bir evrakı incelerken bir de baktım ki aklıma 1984 yılında yaşadığım bir hatıra geldi. Sizle paylaşmaya karar verdim.
O yıllarda bir turizm acentesinde muhasebe müdürü olarak çalışıyorum. Muhasebeden başka verilecek teklifler için fiyatlama ve birazda tur operatörlüğüne soyunmuşum. Derken, yaşlı Fransızlardan oluşmuş 40 kişilik bir turu Efes, Kapadokya, Meryem ana, Antalya, İzmir v.s. büyük tura yolcu ettik. Turun bilmem kaçıncı gününde teleks tıkırdamaya başladı. Rehber, tura katılan 75 yaşlarında bir bayanın otobüsten inerken ayağını kırdığını ama merak etmememizi hastaneye götürdüğünü söyledi. Bizde cevaben, iyi başka bir olumsuz durum yok değil mi sorusunu sorduktan ve yok cevabını aldıktan sonra işimizin başına döndük. Aradan bir saate yakın bir zaman geçti ve kahvemizi i içerken arkadaşlarla aramızda şöyle bir konuşma geçti. " Len ne şans be durup dururken kadın ayağını kırdı ne işin var bu yaşta otur evinde " derken " ya ne yapalım karşı acenteye bildirelim bari "
Oturduk teleksin başına, mösyö, Şu guruptan madam filan, İzmir’de HAFİF bir kaza geçirdi ama sakın merak etmeyin Önemli bir şey değil SADECE AYAĞINI KIRDI. Şu anda hastanede yatıyor. Grup normal turunu yapıyor. Bilgilerinize. Deldik sarı bandı, taktık tıkır tıkır gönderdik. Saat te 17.00 ye gelmiş, İşimizi yapmış olmanın haklı gururu ile kahvemizi bitirdik. Acenteden çıkmak üzere iken teleks tıkırdamaya başladı. Adam nasıl yazıyorsa bir telaş bir telaş kısaca, arayan Fransız sosyal sigortası, zannedersin Fransa ayağa kalkmış. Efendim, olay nasıl olmuş, nerede olmuş, hangi hastanede, hastanenin hangi bölümünde, doktorunun, hemşiresinin adları ne, hastanenin açık adresi ve hemen cevap bekliyor. Bizim paydos güme gitti tabi. Bu arada zar, zor rehberi bulduk. Bize sorulan soruları ona iletip üç saat sonra cevabı Fransız sosyal sigortasına ilettik. İnanın ertesi gün saat sabahın onun da Fransa'dan iki doktor ve bir hemşire gelmiş İzmir’e. Hava alanında konsolosluk görevlisi. Pasaport filan yok adamlarda. Hasta bayanı büyük bir ihtimamla koymuş uçağa bindirip Fransa'ya götürüp hastaneye yatırmışlar. Bize de teleks çekip hem teşekkür ediyorlar hem hasta bayanın sağlığı hakkında bilgi veriyorlar, ilaveten bu olayla ilgili yapmış olduğumuz masrafları bir liste haline getirip ekteki vermiş oldukları adreste bulunan temsilcilerinden almamızı rica ediyorlar. Daha sonra hasta hakkında yine bilgi vereceklerini bildiriyorlar.
Hepimiz resmen şoka girdik. İnsan hayatına verilen değeri düşündük eh birazda kıskandık tabi. Bu günkü Fransa böylemi bilemiyorum ama o zamanki bir Fransız'a olayı anlattığımız zaman adam bize "Devletin bireyler ve toplumun yaşaması için var olduğunu " anlatmaya filan kalktı.
YOK, MERAK ETMEYİN! DİNLEMEDİK TABİ. BİZE NE İNSANIN YAŞAM HAKKI FİLAN KARIŞTIRMAYIN
KAFAMIZI. A TABİ ALDIK. YAPTIK BİR LİSTE ALDIK PARAMIZI.
Sağlık ve insanın yaşam hakkıyla kalın.

Necmi Özney 7.12.2006 Memleket haber

OLASI BİR DEPREME HAZIRLANMAK

1999 Marmara büyük depremi beni Çanakkale'de yakaladı. Kuzeye, güneye, doğuya, batıya bir dakika kadar sallandıktan ve zar zor ailecek kendimizi sokağa attıktan sonra komşularımızla irtibat kurmaya çalıştık. Millet yavaş, yavaş sokakta toplanmaya başladı. Bu arada yaşlı bir bayan komşumuz 2.katta kalmış, korkmuş, tabi bu arada millet panik içinde her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Kimsenin aklına bayandan anahtarı at kapıyı açalım, seni dışarıya çıkaralım demek gelmiyor. Kimi, kadıncağıza, atla seni tutarız mı demiyor. Kapıyı kırmayı düşünenler mi ararsınız. Küçücük bir yerde hemen bir kargaşa ortamı oluştu.

Yedi, sekiz, dokuz Kasım 2006 tarihinde, İstanbul'da yapılan deprem tatbikatını duymuş olacaksınız. Bir sivil kuruluşun üyesi olduğum için, bende tatbikatta görev aldım. Gemi batırdık, bina yıktık, yangın çıkardık, trafik kazaları kurguladık. Tabi bu arada yangınlar çıktı. Elektrik kesintileri oldu. Cümle telefonlar devre dışı kaldılar.
Frekans anlaşamazlığı yüzünden telsiz muhaberesi de bir süre sağlanamadı. Ama benim memurum, o ortamda dahi haberleşti. İtfaiye amirine FAKS çekti. Ama yinede bazı tecrübeler edindik. Fayda bulduk.

Şimdi gelelim sadede. 1999 Marmara depreminden sonra, yardım sağlayan ilk yabancı arama kurtarma ve yardım ekipleri arasında gelen SDC daha sonra da yapılan çalışmalara destek verdi. Afet sonrasındaki ilk 72 saatin hayat kurtarma açısından en kritik zaman dilimi olması, resmi afet müdahale ekiplerinin olay yerine gelene kadar geçen sürede çevrede bulunanların ilk müdahalesinin sayısız hayat kurtarabileceği görüldü.
2000 senesinde ilki kurulan MAG Mahalle Afet Gönüllüleri, Projeler geliştirdi. Bunlar kısaca, ekip ve ekipman sağlamak sureti ile mahalle bazında ve öncelikle afet sonrası kritik saatlerde çevredeki olumsuz durumlara karşı müdahale imkanlarını ve deneyimleri geliştirip güçlendirmek
Afet riskleri ve bu risklere karşı alınabilecek tedbirler konusunda halkı bilgilendirerek afetlere karşı duyarlılığı ve bilinci arttırmak.
Bu kapsamda; her mahallede yaklaşık 50 gönüllü, afetin hemen ardından bilinçli olarak ilk müdahaleyi yapabilecek. Ve daha sonra gelen profesyonel ekiplere yardım ve destek hizmeti verebilecek düzeyde eğitilen, normal zamanlarda meydana gelen trafik kazalarına dahi ilk etapta, kurtarma rezaleti yaşanmadan hiç değilse fikren müdahale edecek birçok gönüllümüz olacaktır. Ülkemiz de bu meselede, hem bilinçlenecek hem de ileri bir düzeye ulaşabilecektir.
Böyle bir projenin hayata geçirilmesi ile; Halkın arasında birbirlerine karşı daha kuvvetli bir sevgi bağı meydana gelecek. Afet konusunda halk eğitilip bilinçlendirilecek.
Afete hazırlık ve ilk mücadele için köy, semt, mahalle, sokak ve site seviyesinde yerel kapasite artacak.

Genel bir afet yönetimi için yerel gruplarla kamu kuruluşları arasında sağlam bir işbirliği olacak.Bu şekilde yurttaşların kendilerini, ailelerini ve komşularını afetlerde daha iyi korumaları sağlanabilecektir.
Benim öğrenebildiğim kadarı ile şu anda 3000 kişi kadar var. Sitelerine girip lütfen bilgi sahibi olun . Böyle bir girişimde bulunan kurucu kişilerin yüreklerine sağlık ve yaptıkları işlerde başarılar diliyorum.
Site adresleri www.mag.org.tr

Necmi Özney 5.12.2006 Memleket haber

PAPA GİTTİKTEN SONRA

Papa'nın Türkiye'yi ziyaret edecek olması, Türk halkı tarafından, ziyaretin sonuçları, sisler içinde olduğundan, korkuların tetiklendiği bir durum olarak algılandı. Korku derken yanlış anlaşılmasın. Öyle sağdan, soldan, fişmekandan korktuğumuz yok. Korkumuzun sebebi yine böyle olaylarla haftalarca, aylarca toplum olarak uğraşmak zorunda kalacağız, Bu işleri çok iyi bilirkişiler tarafından işleneceğiz. Yani kafa ütüleyecekler babında bir korku idi bu.
Her nedense dinler arası diyalogu ben bir türlü anlayamıyorum. Algılama eksikliğim olduğunu veya konuya ilgisiz kaldığımı zannetmeyin. Tevrat'ı, İncil’i ve Kuranı Kerimi defalarca ama defalarca okudum. Daha fazlası olarak din adamları ile makul bir şekilde bilgi alışverişi yaptım. Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi bir sürü dost biriktirdim. Ne yaparsam yapayım kendi kafamın içinde dinler arası inanç diyalogu kuramadım. İnançla ilgili (Allahın Birliğinden başka) teferruatlara girildiği zaman, muhakkak bir yerlerde bir pürüz çıkıyor. Her neyse burada ulemalığa soyunacak halimde yok. Fakat bir zatı muhterem bana ortak noktamızın la ilahe illallah olduğunu Hz. Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğunu söylemezsem bu diyalog
İşini halledebileceğimizi söylediği zaman, bu işin umutsuz vaka olduğunu ve Kuran'da yazıldığı gibi senin dinin sana, benim dinim bana diyerek diyalogdan vazgeçtim. Neyse biz dönelim konumuza.
Papa, Fener Rum Patrikhanesinde katıldığı ayinde, "İstanbul Ekümenik Patriği" tabirini kullandı. Türkiye'ye geliş amacı ve misyonunu belli etti. Bunu yapmaya hakkı ve yetkisi yoktu; İstanbul'daki Ortodoks Patrikhanesi Lozan Barış Antlaşmasına göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti yasalarına tâbi bir Türk Kurumudur. "Ekümenik" evrensel anlamına geliyor ya. Ekümenikliğin tanınması için diretmek, "Lozan'dan geri adım atın" demektir. Bitmeyen taviz taleplerinden biridir. Borsada yabancı şirketlere veya Sayın Sezer'in veto ettiği Yeni Vakıflar Yasasında verilen imtiyazlardan biridir. Patrikhanenin bir zamanlar silâh deposu olarak kullanıldığını unutan Türkiye buna karşı nasıl bir tedbir alacak ve karşılık verecek bakalım.
Sultan Ahmet Camii ziyareti, beni hayretler içinde bıraktı. Benim bildiğim sıradan Hıristiyan, değil huzur duruşu, camii avlusundan bile geçmez. Papa'nın yaptığı huzur duruşunu ,(eh birde ellerini doğru kavuştursa idi) seyrederken kendi kendime, şimdi kelime-i şahadet getirip bir de Müslüman olursa o zaman yandık dedim. Hele, hele İznik konsilinde dahi kabul edilmeyen ekümenikliğin, düzmece bir rüya sonucu hal yoluna bağlanması olayı aklıma gelince midem yine bulanmaya başladı.
Ama dini inanışlara saygılı olmamız lazım. Bu da bizim, severiz yaratılanı, yaratandan ötürü
Düsturumuzdan gelmeli. Birde Müslümanlar arasında diyalog kurabilsek.

Uzun lafın kısası, Papa, Türkiye'deki Müslümanları biraz anladı sanırım. Çünkü Müslümanları anlamak için şimdiye kadar bir gayret sarf ettiğini hiç zannetmiyorum. Fakat Sultan Ahmet camii'nin Ulviyetine, haşmetine hayran kaldığı ve 30000 kişinin bir anda namaz kılabildiği kendisine söylendiği zaman kıskandığı bal gibi gözlerinden okundu. Bundan sonra iyi olur inşallah demekten başka seçeneğim yok. Sizleri bilmem ama ben yinede tavşan uykusundayım. Neme lazım.

Necmi Özney 5.12.2006 Memleket haber

AVRUPA'NIN UYUM SORUNU VE HOŞGÖRÜSÜZLÜK

Bir zamanlar Hollanda dendiği zaman, Avrupa'nın en hoşgörülü, en liberal ve en rahat ülkelerinden biri gelirdi aklıma. Fakat bir şeyler değişmeye başlamış gibi geldi bana bu günlerde.

Hollanda’da çalışan ve Amsterdam'da yaşayan bir radyo amatörü arkadaşımla konuşurken onun anlattıkları kafamda bazı soru işaretleri yarattı.Hollandalı popülist siyasetçilerin, göçmenler ve orada senelerdir çalışan işçiler için söyledikleri "Hollanda'daki göçmenler, işçiler ve aileleri, özelliklede Türkiye ve Kuzey Afrika'daki Müslüman ülkelerden gelenler toplumumuza entegre olamıyorlar. Bizimle birlikte yaşıyorlar fakat kendilerinin çizdikleri yaşamları sürdürüyorlar. Bizimle aynı değerleri paylaşmıyorlar" gibi sözlerin açılımını yapmaya çalıştım.

Tamam, belki ilk zamanlar öyle idi diyelim. Avrupa'ya işçi olarak giden bazı vatandaşlarımız, bırakın Türkiye'de büyük bir şehirde yaşamayı, belki büyük bir kasaba dahi görmeden kendilerini yâd ellerde, Avrupa'nın göbeğinde bulmuşlardı. Çoğunun yolu da 1970'li senelerde, Şişli ve Mecidiyeköy arasında bulunan bir yerde sağlık muayenesi sırasında kesişmişti. O zamanlar bazıları ile konuşmuş, dertleşmiştim. Genelde söyledikleri," Ne yaparsın kardeşim. Doğduğun yer değil, doyduğun yermiş vatanın, derlerdi.11 Eylül sonrası her şey birbirine entegre olarak değişti. Hâlbuki Hollandalıların negatif değişimine karşı, bizimkilerin pozitif değişimleri gelişti. Genelde Türk'ler yaşadıkları ve karınlarını doyurdukları ülkenin temel sorunlarıyla ilgilenip çareler aramaya başladılar. Kendi yaşam koşullarından kaynaklanan kaygıları hiçte Hollandalılardan farklı ve ayrı değildi. Sağlık ve sigorta sorunları, işten çıkarmaların kolaylaşması, hayat pahalılığı karşısında ücretlerin yeteri kadar artmaması, çocuklarının eğitim sorunları gibi bütün Hollandalıların tartıştığı konuları tartışıyorlar.
Hatta Hollanda’nın dış siyaseti hakkında bile olumlu fikirler üretmeye çalışıyorlar. Bazıları ise ayrımcılık yapıldığından, kullanılan entegrasyon sözcüğünden ne kast edildiğini anlayamıyorlar. Hollanda da yaşayan arkadaşım "40 senedir burada yaşıyorum. Çocuklarım burada doğdu. Herhangi bir kötü durumum yok. Komşularımla iyi geçiniyor ve Hollanda için çalışıyorum. hala yabancı olarak görülüyorum. Daha ne yapmam gerekiyor ki entegre olmuş olayım" diyor. Devamla; "Ben bugüne kadar olduğu gibi çalışmama devam edeceğim. Yasalara uygun davranacağım. Daha iyi uyum sağlamak için gayretimi sürdüreceğim. Ama uyum sorunu yalnızca göçmen sorunu değil. Yerli toplumda bizlerle yaşamak için gayret göstermek zorunda."

Avusturya, Almanya ve Fransa'dan sonra Hollanda'da başlayan birlikte yaşama hissi yerini, etnik ve dini kimlikleri öne çıkarmaya yönelik bir şüphe ve hoşgörüsüzlük ortamına bırakmaya başlamış.Hatırlarsanız, Avrupa geçtiğimiz yüzyılın başlarında da bu günlere benzer bir ruh hali içine girmişti. O günlerde neler olmuş, neler yaşanmıştı. Bırakın yazmayı, hatırlamak dahi istemiyorum.Fakat unutulmaması gerektiğini de üstüne basa basa vurgulamak istiyorum. Çünkü kötü kokular alıyorum.

Necmi Özney 30.11.2006 memleket haber

ZAMAN NE ÇABUK GEÇİYOR

Zaman ne çabuk geçiyor...

10 Kasım 1947 tarihli İzmir «Yeni Asır» gazetesinden alınmış bir yazıyı, sizi yaklaşık 60 sene öncesine götürerek biraz düşünceye ve düşünürken de şimdi ile kıyaslamaya davet ediyorum.

"Atatürk'ü kaybettiğimizin dokuzuncu yı­lına giriyoruz.
Zaman ne çabuk geçiyor. Bu dolmaz boş­luğun acısı dün gibi içimizdedir. Fakat dünle bugün arasında, sanki bir adamın geçmesiyle muvazenesi bozulmuş gibi, bü­tün bir dünya yıkılmış, yeni bir âlemin doğum sancıları ve sarsıntıları ise, hâlâ devam etmekte bulunmuştur. Belki insan­lık, onun Türk Milleti için yaptığı beşe­riyet hesabına başaracak, onun büyük ide­ali olan «yurtta sulh, dünyada sulh» da­vasını son zafere ulaştıracak başka bir Atatürk beklemektedir.
Dünden bugüne değişmemiş, bugünden yarına değişmeyecek olan bir şey vardır. Bu Atatürk sevgisidir. Bu sevgi, onun millete vakfettiği sevgi kadar büyük ve engindir. Sevilmeğe değer olan, hayatı sevdiren her şey bu tek sevgi içine sığ­maktadır. Atatürk ölümden kurtardığı milleti için her güzelliğin, her iyiliğin, her doğruluğun sembolü olmuştur. Bu, bir şahsı tanrılaştırmak değildir. Atatürk et­ten ve kemikten bir insan olarak yaşamış, etten ve kemikten bir insan hatırasıyla kalplerimize yerleşmiştir. O, bu millet için her güzel şey, her iyi şey ve her doğru şey, coşkun iradesinin ve berrak zekâsı­nın bütün kudretiyle istediği ve millete mal ettiği içindir ki bugün güzelliğin, iyi­liğin ve doğruluğun timsali olmuştur.
Atatürk'ün ne yaptığı ve neler bıraktığı üzerinde artık söze lüzum yok. Bu, tari­himizin en karanlık devrinden sonra ger­çekten nurlu ve aydınlık sahifelerini aç­mıştır. Her Türk'ün kalbinde, yaşayan bütün emeller onun kal­binde toplanmış ve onun zekâsından sü­zülerek ifadesini bulmuştur. Türk'ün hür olmasını, bağımsız olmasını, medenî olma­sını, bu hasletlerle refaha ve saadete ulaş­masını istemiştir. Bu uğurda, yapılmaz sanılan şeyleri yaymış, aşılmaz sanılan engelleri yıkmış ve Türk Milletinin önünde yepyeni ufuklar açmıştır. Bu ufuklara ulaşmak için onun bize verdiği anlayış, onun hepimizde canlandırdığı iman ve güven hâlâ en büyük kuvvetimizdir."İnan ve güven!" dediği zaman yalnız doğruya inanmak ve yalnız hakka ve onu korumak için, damarlarımızdaki kanın asil cevhe­rine güvenmek gerektiğini bize yeniden öğreten o olmuştur.
Atatürk'ten sonra başarılacak daha ne kadar çok işimiz olduğunu elbet biliyoruz. Hürriyete gerçekten, bütünlüğü ile ve bü­tün teminatıyla kavuşmak, halk hâkimiyetini söz âleminden hayat âlemine geçir­mek, medeniyet hamlesini artık kimse­ye imrenmeğe lüzum bırakmayacak bir şe­kilde tamamlamak, bütün vatandaşları sağlam bir refaha ulaştırmak ihtiyacında­yız. Atatürk'ün önümüzde açtığı yolun doğruluğuna o kadar inanıyor ve güzelli­ğini o kadar seviyoruz ki bu yolda ilerle­mek azmimizin bir an bile gevşemeyeceğine eminiz. Bunu durdurmak isteyenler bile artık imkânsız bir dava için uğraş­tıklarının farkında olmağa başlamışlardır. Türk vatandaşı bütün haklarına sahip ol­malıdır ve olacaktır. Bütün imkânlara kavuşmalıdır ve kavuşacaktır. Atatürk'ün bu maksatla açtığı mücadele devem et­mektedir. Buna demokrasi mücadelesi di­yorsak yine pekiyi biliyoruz ki bu Ata­türk mücadelesinin kendisinden başka bir şey değildir. O da demokrasi için, Türk vatandaşının kendi kendine hâkim ve sa­hip olması. Türk Milletinin kendi ken­dini idare etmesi için savaşmıştır. Bugün, Atatürk'ü kaybetmiş olmanın acısı içinde, Atatürk idealini hiç bir zaman kaybet­memek emniyeti biricik teselli noktasıdır. Atatürk sevgisi vatandaşlar arasında bir­leştirici bir bağdır. Görüşler ve anlayışlar arasındaki farklar ne olursa olsun, ayni adamın etrafında İstiklâl savaşı için nasıl birleşmiş isek, aynı hatıranın etrafında da hürriyet savaşı için birleşik kalmağa mec­buruz. Millet bu birliği bırakmayacaktır. Halkı halâ vesayet altında tutmak isteyen­ler olsa bile, bunlar Atatürk sevgisi ve ideali içinde birleşenlerin sarsılmaz, yığını karşısında sayılmaya değmeyecek kadar az olduklarını her gün daha iyi sezmek­tedirler. Atatürk'ün Türk gençliğine vasi­yeti Cumhuriyeti korumaktır. Onun iste­diği ve anladığı cumhuriyet her Türk'ün serbest iradesine ve tam hürriyetine daya­nan millet hâkimiyetidir. Bu hâkimiyeti titizlikle kurmak ve korumak, gerçekten Türk gençliğinin ve bütün Türklüğün en yüksek vazifesidir. Bu, kabul etmek lâ­zımdır ki, bir parti davası olmaktan çok daha ileri ve daha yüksek bir şeydir. Bir millet davasıdır.

Partiler ancak bu dava­ya sadık ve samimiyetle sadık kaldıkları ölçüde millete ve Atatürk'e lâyık olabilirler. Atatürk'ü sevmenin doğru yolu onun sevdiğini onun gibi sevmektir. O her şey­den çok milleti sevmiştir. Fakat hürriyet ve istiklâl içinde halkı sevmiştir. Vatandaşı sevmiştir. En büyük imkânı yaratan ve en büyük şerefi veren gerçek hürriyeti sevmiştir. Onun sevdiğini sevmeyenler onu nasıl sevebilirler? Fakat onun sevdiği ha­yatın kendisidir. Hayatı kim sevmez?
Türk Milleti Atatürk'ü unutmayacaktır. Ecel onu pek erken aramızdan almakla bizi yine onsuz bırakamadı. Atatürk bir ışık ve bir ideal olarak kalplerde yerleş­miştir. Türk vatandaşı için bu çok büyük bir mazhariyettir. Hiçbir güçlükten yılmamak, gayeye ulaşmak için hiç bir fe­dakârlıktan çekinmemek Atatürk'ün bize verdiği derstir. Onunla birlikte başarılan eserler ondan alınan ilhamla ve sönmez azimle tamamlanacak, kemale erişecek­tir. Öyle denebilir ki, Atatürk bizim için erişilecek gayenin de timsali olmuştur. Atatürk'ün istediklerine varmak, Atatürk'e yeniden kavuşmak olacaktır." Ben bu yazıyı okuduktan sonra biraz daha düşündüm. Sizle paylaşmak isterim kısaca. "Vatan ve millete yanlışlıkla veya kazaen ihanet edilmez. Vatanını ve milletini seven her kişi bu mevhumların gönüllü ve uyanık bekçisi olması gerekir. İşte bunu yapamaz isek, kimseye kızmayalım. Çünkü vatanseverlerin bir şey yapmaması, ihanetin ve hainlerin zaferidir."
Necmi ÖZNEY 28.11.2006 Memleket haber