21 Aralık 2008 Pazar

KRİZ İÇİNDE KRİZ, İŞSİZLİK

Türkiye’de ki krizin teğet değil, aslında kiriş geçiş olduğunu apaçık bir şekilde görmeye başladık. Artık bize bir şey olmaz zihniyetini bir kenara bırakmalıyız, çünkü bize de bir şeyler olur. Görünen o ki, bu kriz hafif geçmeyecek. Piyasalar 2009’un ilk yarısında daha da daralacak ve buna bağlı olarak ekonomi küçülecek.

Uygun tedbirler zamanında alınmadığı için bütçe açığı artacaktır. Türkiye’nin borcu büyüyecektir. Bu durumda döviz kuru daha da hızlı artar ve dolayısıyla enflasyon yükselir. Oy kaygısına düşüp bazı tedbirler (yeni bir ekonomik deyimle) teğet geçilirse ekonomideki kriz daha da derinleşecektir.

Geçmiş hükümetleri bir kenara bırakırsak, Türkiye’nin ekonomisini son altı yıldır zaten IMF idare ediyor. Türkiye ekonomisinin 2009 yılı içinde, acil olarak 60 milyar dolara ihtiyacı var, bunun yüzde kırkı IMF’den bekleniyor. Kalan yüzde almışlık kısmının ise diğer ülkelerden temini düşünülüyor ama IMF’nin kucağına oturmadan da bu parayı kimseden sağlamak mümkün değil.

Kendi iç krizinin, Türkiye’yi ağır etkileyeceği 2005 yılından beri, önceden belliydi. Türkiye ekonomisi, zaten düşük büyüme sürecine girmiş, işsizlik artmaya başlamıştı. Türkiye’nin içine girdiği bu krizde suçlayacak kimseyi aramayın, bütün kabahat küresel krizde. Türkiye’de trafik kazaları bile trafik canavarı tarafından yapılır bu ülkede, bu da onun gibi bir şeydir, küresel kriz canavarıdır krizin sebebi.

Küresel krizi iç siyaset yüzünden hafife almakla büyük hata edildi. Önlemler almakta çok gecikildi. Bu yüzden, 2009 da ekonomi daha da daralacaktır. Bu da, Türkiye ekonomisinin durgunluğa girmesi demektir.

ABD ve AB’de enflasyon tehdidi yok, durgunluk tehlikesi var. Türkiye’de ise enflasyonun daha da artma tehlikesi var. ABD ve AB yüksek bütçe açıklarına karşı koyabilirler ama enflasyon oranı şimdiden yüzde 11 olan Türkiye bütçe açıklarına karşı koyamaz. İlk önce enflasyon tehlikesinin bertaraf edilmesi lazım, edilemezse Türkiye 20–25 sene evveline geri dönebilir.

Kriz dönemlerinde işsizlik sorunu çözülemez. İşsizlik daha da artar ve artmaya devam eder. Önlem alınamazsa Türkiye’nin işsizlik sorunu 2009 yılında patlar.

Türkiye’de tarım dışında ki işgücü her yıl 500 binin üzerinde artıyor. Bunları istihdam edebilmek için Türkiye’nin her yıl yüzde 6 büyümesi lazım. 2009’un yüzde 1 – 2 civarında pozitif bir büyüme olsa dahi, işsizlik yine artacaktır. Eğer hata yapılırsa ekonomi eksi iki küçülür ve işsiz sayısına bir milyon kişi daha eklenir.

Zaman Türkiye’nin aleyhine işliyor. Çünkü bu kafayla Türkiye büyüyemeyecek. Birkaç yıl sürecek olan istikrarsızlık ve çalkantıdan sonra, Türkiye bir yol ayırımına sürüklenmek istenecektir.

Dünya ekonomilerine bir ABD tuzağı olan bu küresel kriz yüzünden, Batı ekonomilerinde de kolay kolay düzelme olamayacaktır. Yüksek büyüme oranları, AB ülkeleri içinde artık çok zor.

Necmi ÖZNEY

15 Aralık 2008 Pazartesi

AMERİKA’NIN ŞÜKRAN GÜNÜ VE AMERİKAN GENİ

Amerika’da kasım ayı içinde, şükran günü adı altında çeşitli kutlamalar yapılır. Şükran günü, 1621 yılında Amerika’nın asıl sahipleri olan Kızılderililerin, İngiliz göçmenleri, içine düştükleri açlık, kıtlık ve sefaletten kurtarmalarına dayanır. Fakat ne yazık ki kurtarılan bu İngilizler ve onların torunları kendilerini kurtaran Kızılderilileri öldürerek tarihin en büyük katliamını gerçekleştirirler. İşte bu Amerikalının barışçı genlerinden gelen bir davranış biçimidir.

Yukarıdaki bilgileri bir kenarda tutarak, Amerikan açgözlülüğünü de göz önüne alırsak ABD’de küçük çaplı bir kıtlığın varlığından bile söz edebiliriz.

Obama, böyle bir Amerikan geni olduğunun farkındadır ve haliyle zenginlerin vergi oranını arttırma programını erteleyecektir. Maazallah ekonomi biraz düzelmeye kalksa, zenginlerin akıbeti hakkında iç açıcı şeyler düşünemiyorum.

Obama iki yıldır, bütçe dengelenmesi, hükümet giderlerinin kısılması ve zenginlerden alınan vergi oranının arttırılmasından söz ederek buralara kadar geldi.

Obama'nın ekonomiyi canlandırmak için verdiği sözlerin gerçekleşmesi için çok büyük bir paraya ihtiyacı var. Bu para da ancak vergiler veya hükümetin iç ve dış borçlanması ile karşılanabilir. Ama bu davranış, ekonomik değişimleri gerçekleştirmek isteyen Obama ve hükümetini kısıtlar. Bu durum ise Amerikan halkı arasında hoşnutsuzluk ve huzursuzluğun artmasına sebep olacaktır.

Amerikan ticaret bakanlığı, Kasım ayında enflasyonu negatif olarak açıkladı. Kısaca söylemek gerekirse, Amerika tehlikeli bir ekonomik durum olan, negatif enflasyon ile karşı karşıya bulunmaktadır.

Üretim ve hizmet sektöründe fiyatlar düşerken, birçok şirket iflas edecek. Bir taraftan şirketlerin geliri düşerken, diğer taraftan halk işsiz kalacak ve bu yüzden refah yok olacaktır.

Sermaye sahipleri, yatırım yapmak yerine birikimlerini korumaya çalışacaklardır, bu da Amerika’da üretimin uzun süre duracağını gösterir. İşçilerin topluca işten çıkartılması ve işsizlik oranının artması, durağan ekonominin vereceği ilk kötü sonuç olacaktır. Amerika’daki negatif enflasyonun etkileri, Diğer ülkelerden kat ve kat daha korkunç bir yıkım doğuracaktır.

Amerika’daki mali krizin sadece konut piyasası ve mortgage konusunda faaliyet gösteren mali kuruluşlar ve bankalarla sınırlı olduğu söyleniyordu. Fakat Washington'un dünyanın en büyük bankasına yardım ettiği haberinin yayılması, ülkedeki mali krizin korkunç boyutları ve bankaların kötü durumunu gözler önüne seriverdi.

Gates'in savunma bakanı olarak görevine devam etmesini isteniyor. Bunu isteyenlere göre, savaş döneminde ordu genel komutanının değişmemesi gerektiğini düşünmeleridir. Amerika ordusunun en üst düzey sivil yetkilisinin aynı göreve devam ettirilmek istenmesi ABD’nin huyunun değişmediğini gösteriyor.

Irak savaşı Gates gibilerin onayı ile başladı ve hala devam ediyor. Bu durum, Amerikan halkı içindeki savaş karşıtı ve liberal kişilerin kızgınlığına neden olacaktır.

Amerika’nın 16 güvenlik ve istihbarat kurumundan oluşan istihbarat birliği tarafından yayınlanan bir rapor çok önemli.

Rapor, Amerika'da devletçikler fikrinin oluşmak üzere olduğunu bildiriyor. Bu da Obama'nın çok zor bir yolun başında olduğu anlamına geliyor. Rapora göre Amerika 2025 yılı civarında gücünü kaybedecektir. Çin, Rusya, Brezilya ve Hindistan gibi yeni güçlerin hızla oluşması, Amerika'nın uluslararası konumunun iyice zayıflayacağının somut bir göstergesidir.

2025 yılı civarı, uluslararası ticarette temel para birimi olan doların yok olacağı hakikati ortadadır. Zaten Amero planı da doları yok etme planı değil mi?

Dünya çapındaki gelişmeler açısından da enerji ve su konusundaki bölgesel ve uluslararası savaşların şiddetleneceğini, terörizmin daha da tırmanacağını söylemek falcılık sayılmaz. Zaten Amero planı da doları yok etme planı değil mi?

Bundan sonraki 10–15 yıl süresince dünya çapında yaşanacak olan anarşi ve savaşların temeli, Amerikan hükümetinin kötü politikalarında ve hatalarında aranmalıdır.

Türkçeye adapte edersek, Hüseyin Burak Obama Amerika’nın Gorbaçov’u olacaktır. Kahvemi keyifle yudumlarken ona başarılar diliyorum.

Necmi ÖZNEY

3 Aralık 2008 Çarşamba

KÜRESELLEŞELİM KRİZE GİRELİM GÜZELLEŞELİM ABİ

Dünya ekonomisinin içine girmiş olduğu küresel krizin, 2005 yılı başlarından beri davul çala çala gelişini anlayamayan ve ülkesel çapta tedbir almayan yöneticiler, kendi ülkelerindeki krizin vereceği zararlardan doğrudan sorumludurlar.

Küreselleşme adı altında yaratılan yeni sömürü düzeninin ABD tarafından ne şekilde kullanıldığının adam gibi bir analizi yapılabilseydi gerekli tedbirlerinde zamanında alınabilmesi mümkündü. Türkiye ve diğer ülkelerin piyasalarını etkileyen Amerikan yatırım fonlarının yakın takibe alınması bile doğru tedbirlerin alınması için yeterliydi.

Petrolün varili 150 dolara dayandığı zaman, ABD devşirmesi bir grup medya ve zevatın, ortamı sömürüye hazırlamak için, petrolün varilinin 200 dolara çıkacağını söylemesinin ve bir süre sonra petrolün varil fiyatının yarıya inmesinin sebeplerini araştırınız bakın altından hangi amcalar çıkacak.

Büyük dış borcu olan ve aslında milliliği bile şüpheli olan sermaye sahiplerimiz, küresel kriz tetikçiliği yapmaktayken, tren raydan çıkıp vagonlar yan yatmca, yol göstermeye soyundular.

Bir kısım sözüm ona bu işleri bilenler, doların düşük tutulmasını büyük başarı gibi göstermeye çalışırlarken, aslında yerli üretimin mahvolmasına, ithalatın daha da artmasına yol açacağının fakında değiller miydi? Bunları şu an takip ederseniz, tek çabalarının, ihanetlerini örtmeye çalışmak olduğunu görürsünüz.

Küresel kriz adı altında, ABD çıkarlarına kullanılacak, çok üçkâğıtlar dönecek bir senaryo ile karşı karşıyayız. Bu oyundan işinizi muhafaza ederek, birikimlerinizi koruyarak çıkabilmek yalnızca kendi şahsi başarınız sayılacaktır. Çünkü kimsenin ekonomiyi kurtarma gibi bir derdi yok.

Küresel emperyalizmin büyük kitleleri yönetme isteği ve açgözlülüğü, ekonomiyi bu girdaba sürüklemiştir. Bu ekonomik ve finansal girdabın oluşması için havuzun tapası, Batı ve bilhassa ABD tarafından çekilmiştir.

19. Asrın başlarından beri dünyayı sömüren ABD ve İngiltere’nin (Haklarını yememek lazım), dünyayı kendi emperyalist istekleri doğrultusunda döndürmeleri, ekonomik ve psikolojik savaş konusunda ustalıklarını ortaya çıkarmıştır.

Bu savaşa karşı milli bir duruşla karşı koymak gerekirken tam tersi yapılmakta ve hayali pembe tablolar çizilmektedir.

Ülkemizde, kültürlü, tarih bilgisi sağlam, ekonomiden anlayan, kötü gidişatı gören, çizilen pembe tablolara inanmayan ve yurdunu seven insanlar vardır. Bu kişilerin kamuoyunu aydınlatması, söylenen yalanları ortaya çıkartması ve halkı uyandırması lazımdır.

Krizin merkez çıkış noktası; ABD’nin, Euro’nun güçlenmesi karşısında düştüğü panik sonucu, dünya ekonomisini değil, kendi dolarını kurtarmaya çalışmasıdır. Bu da başka ülkeleri ütmeden mümkün değildir. Önümüz kurban bayramı. Kurban keseceğiz derken kurban biz olmayalım da. Zaten ölmüşüz ölebileceğimiz kadar.

Necmi ÖZNEY

23 Kasım 2008 Pazar

ABD’NİN ELİNE AYAĞINA DOLAŞAN POLİTİKALARI

Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül’den beri yürüttüğü küresel siyasetin ne kadar başarısız olduğunu anlamak için, 2001 de planladığı olaylar ile günümüzde geldiği nokta arasındaki farka bakmak yeterlidir.

ABD’nin sözde 11 Eylül saldırılarına karşılık, planlı, sağduyulu ve mantıklı bir politika uygulayarak dünya halklarını daha kolay elde etmesi sağlanabilirdi.

11 Eylül senaryosu ile gerçekleştirilen korkunç saldırının ülke içinde yarattığı kızgınlığı bekleyen Bush yönetimi, planladığı şekilde hemen harekete geçti. ABD her ne kadar hukuk tanımayan saldırgan tavrına, teröre karşı demokrasi savaşı havası vermeye çalışsa da, bu davranışın emperyalizmin, daha doğrusu Amerika’nın yenidünya düzeni kurma çalışmalarına dönüştüğünü saklayamadı.

Bush’un 2002 yılındaki bir konuşmasında, Afganistan'dan sonra, savaşın Irak, İran ve Kuzey Kore’yi de içine alacak şekilde genişletileceğinden bahsettiği hatırlanırsa. Yapacağı saldırıların kılıfı olarak, Amerika’ya karşı yapılacak muhtemel saldırılara karşı ilk hareket hakkı yalanı olarak bulundu. Amerika uluslararası ilişkilerde, ya bizimlesiniz ya da bize düşman politikası kullandı.

ABD, kendini beğenmişliğin dev aynasında, savaşın ilk günlerinde, Afganistan ve Irak işgallerini bir zafer olarak görmeye ve kendini bir halt zannetmeye başladı. Afganistan’ı Amerika yanlısı bir devlete dönüştürmeyi ve bu şekilde Hint Okyanusu’na akacak petrolün denetimini kendi lehine kullanmayı planladı. Bu plan, bölgede ABD nüfuzunun artmasını sağlayarak, Rusya ve Çin’in bölgedeki nüfuzunu yok etmeyi amaçlıyordu.

ABD’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Türkiye üzerindeki amacı, serbest piyasa ekonomisi, özelleştirme ve küreselleşme kılıflı oyunlarla, bu bölge içindeki devletleri dışa bağımlı hale getirmektir. Devlet varlıkları haraç mezat özelleştirilirken, ABD bu özelleştirme işlerinde İsrail ile ilişkili şirketlerin öncelikli olmasını sağlamaya çalıştı. Dikkat edilirse, özelleştirmeler, milli çıkar gözetmeden, ciddi ekonomik düzenlemeler olmadan yapılmıştır.

Diğer bir emperyalist çökertme planı ise, memurun, işçinin, çiftçinin, genel olarak halkın, şimdiye kadar kazanmış olduğu sosyal haklarının budanarak yaşamlarını zorlaştırmak, sosyal haklarda kullanılacak paraların fonlanarak bir şekilde küresel sermayeye aktarımını sağlamaktır.

Irak’ta bir milyona yakın sivil hayatını kaybetti. Beş milyon kadar Iraklı yurtlarını terk ederek mülteci durumuna düşürüldü. Bu durum sonucu ise, ilerleyen yıllarda ortaya ABD aleyhine atılmış düşmanlık tohumlarının kök salmasını ortaya çıkaracaktır. ABD yönetiminin Irak’tan geri çekilme söylemleri inanılmaması gereken bir durumdur.

Bush yönetimi terörizmi ezeceğim derken kendisi terörist oldu. Milyonlarca masum insan, Amerikan devlet terörü ile öldürüldü, hapse atıldı, pek çoğu işkenceye ve insanlık dışı muamelelere maruz kaldı.

Bütün bunların savaş suçu sayılması gerekiyor. Batı’da, İnsanlık adına savcılık yapacak, insani değerlerini yitirmemiş bir kişinin çıkmaması bana çok anlamlı geliyor. ABD’nin devlet ideolojisine yerleşmiş bulunan dünyayı kontrol etme ve savaş isteği, Obama değil, hazreti İsa gelse bile değişmeyecektir. Anlayacağınız, ABD Dünya’ya aynı fotoğrafın negatifini gösteriyor.

Necmi ÖZNEY

17 Kasım 2008 Pazartesi

EKONOMİ ZURNASININ ZIRT DELİĞİ

Küresel krizin ABD ve AB ülkelerine ne kadar zarar verdiği rakamsal olarak bilinemiyormuş.

Bu, Amerika ve Avrupa’nın, istediklerini elde edemez ve düşündükleri sömürüyü gerçekleştiremezlerse, “Dünya genelinin ekonomik durumunu tekrar altüst edebilir ve dengeleri tekrar bozarak istikrarsızlığa sürükleyebiliriz.” demektir.

Uluslararası sermaye, sürekli bir biçimde, etki alanını genişletmek etki gücünü arttırmak istediği için, ülke ekonomileri, yapay olarak küresel sermayenin lehine bozuluyor. Uluslararası sermayenin denetimindeki dünya ekonomisinin, ülkeler bazındaki meydana çıkardığı yıkımların çözümleri, IMF ve yerli işbirlikçiler eliyle daha da çıkmaza sokuluyor. Küresel emperyalizmin kurucusu, ABD ve AB sermayelerinin bu şekilde ki davranışlarına artık dur demenin zamanı gelmiştir.

Küresel sömürünün varmak istediği noktaya gidememesi için, sömürülmeye çalışılan devletler bölgesel güçler oluşturmalı ve ulus devletler kendi aralarında birlikler kurarak sömürü amaçlı ekonomik ve politik darbelere karşı koymaya çalışmalıdırlar. Küresel ahtapotun kolu olan IMF tarafından devreye sokulacak senaryo bugünkü bozuk dü­zeni daha da bozacak ve Küresel sermaye daha da azgınlaşacaktır.

Türkiye, küresel sermayenin dayatacağı yeni isteklerle uluslararası şirketlerin tam denetimine sokulmak istenmektedir. Bunun sonucunda ekonomik dur­gunluk artacak, borçlar taşınmaz nok­taya varacak, gelir dağılımı daha da bozulacak ve başta hangi hükümet olursa olsun ekonomik müdahale yapamayacak duruma gelecektir.

Ekonomik güçlükler, zaten can çekişen, bir şeyler üretmeye çalışan yerli sermayenin piyasadan çekilmesine neden olacaktır. Böyle bir durum ise ekonomik ve toplumsal sorunlar yaratacaktır.

Türkiye’nin geri kalmış bölgelerinin sanayi, Altyapı ve tarım gibi sektörlerinin yatırımsız kalması, düşük gelirli vatandaşlara yönelik mal ve hizmet üretiminin de sınırlanması demektir. Sonuç olarak, uluslar­arası şirketlerin küresel hesaplarına uygun bir tüketim yapısı or­taya çıkar ki, bu da ülkeyi yıkıma götürür.

Ülke içindeki yabancı sermayenin egemenliği arttıkça, üretime katılmayan, yüksek faiz kazancı peşinde koşan sermaye giriş çıkışlarının miktarı büyüdükçe, Türkiye bunları dengeleyebilmek için elinde daha çok rezerv tutmak zorunda kalacak ve bunun sonucunda iç ve dış borçları artacaktır.

Türkiye’den dışarı transfer edilen faiz ve kâr toplamı daha da büyüyecektir. Ser­maye birikimine kaynak olması ve Türkiye içinde kalması gereken kazanç ülke dışına çıkacağından, yerli sermaye daha da kötü duruma düşecektir. Bu da, Türk halkının kazancının yalnızca yoğun emek geli­rinden kaynaklanır hale gelmesi, çok az kalacak yerli sermayeyi kârlı tutabilmek için ücretlerin baskı altına alınması, halkın sosyal haklarının giderek yok edilmesine kadar varacaktır. Sermaye geliri olmayan, düşük ücretin oluşturduğu emek gelirine mahkûm bir devlet üçüncü dünya ülkesi olarak nitelenir.

Uluslar­arası sermayeyle işbirliği yapan belli bazı yerli sermayenin zenginleşme­si gelir dağılımını daha da bozacaktır. Uluslararası şirketlerin egemenliğine girmiş yer­li yabancı karışımı bir sermayenin daha da kârlı olmasına hizmet eden bir dev­letin ülke içi barışı koruması zor olacaktır.

Gözünü para hırsı bürümüş belli bir kesimin bunu devam ettirebilmesi uğruna, ortak çıkarların, ortak değer­lerin, ortak tarihin tahrif edilmesi ibretle izlenmelidir. Halkın eğitimini ve refahını yükseltemeyen, hukuk devleti kurallarına saygı göstermeyen bir idarenin, ekonomik ve politik olarak, gücü yok demektir.

Büyük Ata’nın, ekonomik bağımsızlık yoksa ulusal bağımsızlıkta yok demektir sözünü daima hatırlamalı ve ulusal stratejimizi O’nun fikirleri üzerine kurmalıyız.

Necmi ÖZNEY

4 Kasım 2008 Salı

İNSANIN İNSANLA OYNAMASI

Politika, kapalı kapılar ardında, halkın bilgisinden uzak yapılamaz. Böyle yapan politikacı ne kadar samimi olursa olsun, adının kirlenmesini göze almak zorundadır.

Samimiyet olmadan siyaset yapmak ne kadar hatalı ise, uzak durmaya çalışmak da, sahibi olduğumuz söz hakkımızı yok edecek bir hatadır.

Biz, politika ile etkin bir şekilde uğraşmazsak, politika ve politikacı bizimle uğraşmaya başlar. Politik düşüncemiz, kendimize karşı göstermemiz gereken saygının da bir parçasıdır. İnsan'ın insanla oynaması demek olan politika adlı oyunda, istesek de istemesek de bir rol sahibi olmak zorundayız.

Birey olarak politikada etkin bir rol üstlenmeye mecburuz. Bu etkin rol, bizim aktif bir politikacı olmamız demek değildir. Sesimizi duyurmak için en gerekli yollardan bir tanesidir.

Yapılan işler üzerine düşünmek ve araştırmak, diğer bireylerin fikirlerini öğrenmek, kendi düşüncelerimizi anlatmak, doğru düşünceleri savunmak ve yanlış bulduklarımızı tenkit etmek, düşünce, ifade ve örgütlenme haklarımızı korumamız gerekir. Aydın bir vatandaşın yapabileceği en iyi politika, yapılan icraatın temiz ve kirli taraflarını ortaya çıkarmak, bu konularda fikir geliştirmek, düşüncelerini objektif olarak açıklamaktır.

İnsanın kendi hakkında hüküm vermesi için kendi vicdanı yeterlidir. Hayat kitabımızın zırva ile değil okunmaya değer olmasını istiyorsak, zamanımızı boşa harcamamalı, kendi çapımızda yurdumuz için faydalı bir şeyler yapmalıyız. Örgütlenmeliyiz, çünkü politikacıya fert olarak dert anlatmak abesle iştigal ile eşdeğerdir.

Kendi kurtarıcımız kendimiz olmalıyız. Uyanmalı, haklarımızın, bilincine varmalıyız. Gücümüzü keşfetmeliyiz. Kendi kendimizi yeniden yaratmalıyız. Biz, halk olarak çok güçlüyüz ama gücümüzün farkında değiliz çünkü baskı altındayız. Gücümüzü keşfeder ve onu harekete geçirebilirsek, kendilerini halkın üstünde görenlerin, halka rağmen politika yapanların bütün forsu bitecek, gücümüz karşısında boyun eğecek ve bize karşı hesap verme görevlerini hatırlayacaklardır.

Halk'a söz verip de sözünün arkasında durmayanların, bugün başka, yarın başka konuşanların olduğu bu sahnede, daha pek çok Mustafa filmleri çekilir ve daha pek çok krizler bahane edilerek yandaşlara fırsat yaratılır kara paralar aklanır.

Necmi ÖZNEY

KÜRESEL KRİZİN ASIL SEBEBİ

Türkiye’de hükümetler genelde iktisadi olarak icraatlarının başarılı olduğunu göstermek için, ekonomik verilerin bazı değişkenlerini ya hesaplara dâhil etmez veya o veriler yokmuş gibi davranırlar. Matematik kurgular buna müsaittir. İşsizlik, cari açık, dış ticaret açığı, toplam dış ve iç borç rakamları görmemezlikten gelinirse o iktidarın kâğıt üzerindeki ekonomik başarısı, oldukça iyi demektir.

Dışarıdan yabancı sermaye kılığı ile gelen sıcak paralar ülkemiz üretimine bir katkı sağlamadığı gibi, Türkiye’nin zaten kıt olan birikimlerini de aldıkları faizlerle eritmiş bitirmişlerdir. Bu sıcak para girişleri makro ekonomik hesaplamalarda ve kâğıt üzerinde bir ekonomik başarı gibi gösterilmiş, aslında gittikçe büyüyen yapısal sorunlar halktan gizlenmiştir.

Türkiye ekonomisi zaten 2005 yılı başından beri, bırakın duraksamayı, gerilemiştir. Memur, işçi ve emekli için ise çoktan dibe vurmuştur. Yani bugün küresel kriz denen olay zaten dört sene önce ülkemize gelmiş, yaşamış ve neredeyse bizleri yalın ayak başıkabak bırakarak terk etmek üzeredir. Hakikati çok acı olarak pek yakında göreceğimiz kesindir.

Dövizin düşük tutulması, Türkiye'yi ithalata dayalı hızlı bir sanal büyüme sürecine sokmuş, böylelikle Türkiye'nin dış ticaret ve cari işlemler açığı artmış, iç ve dış borçları tehlikeli boyutlara ulaşmıştır.

Böyle bir durum aslında milli bir ekonomi politikamızın olmadığı anlamına gelir. Çünkü bu durum ülkemizin değil, başka ülkelerin üretim ve istihdam artışlarına katkı sağlamaktadır. İstikrarı bozmayalım söyleminin asıl anlamı bu olsa gerek.

GSMH kişi başına düşen milli geliri ifade eder, fakat milli gelirin fertler arasında nasıl paylaşıldığı konusunda bilgi vermez. Kişi başına düşen milli gelir kâğıt üzerinde artıyor olmasına rağmen neden halkın kalkınmasına yol açmamıştır? Kişi başına düşen milli gelir artıyorsa vatandaşlarımızın yaşam koşulları neden gün ve gün daha da kötüye gitmektedir?

Gözden uzak tutulmaya çalışılan önemli bir gerçek ise, kişi başına düşen borç miktarının hiç konuşulmamasıdır.

Düşük kur, yüksek faiz politikası ile Türkiye ekonomisinden yurt dışına inanılmaz boyutlarda kaynak aktarılmış ve ülkemiz borçlandırılmıştır. Türkiye kâğıt üzerinde zenginleştirilirken aslında, içinden zor kurtulacağı bir fakirliğe sürüklenmiş ama sıcak para sahipleri için bir cennet haline getirilmiştir.

Türkiye, bu ağır cari açığını özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma metoduyla ve yüksek reel faizlerle finanse etmektedir. Ancak uluslararası piyasalarda veyahut Türkiye içinde çeşitli sebeplerle oluşabilecek en ufak bir dalgalanma, ekonomimizin kırılganlığını daha da derinleştiren büyük darbelere sebep olacaktır. Ama hiç korkmayın, hamdolsun ki, inşallah ve maşallah namlı milli sigorta kurumlarımız bu darbeleri önleyecek güçte yapılandırılmıştır.

Sonuç olarak Türkiye’de zaten küresel kaynaklı bir ekonomik kriz vardır ve gelecek dönemlerde Türkiye'de ekonomik dar boğazların, çalkantıların, dalgalanmaların ve buhranların olmayacağını söylemek safdillikten başka bir şey değildir.

Uzun lafın kısası, aslında küresel ekonomik kriz denen şey, aç gözlü sömürgen ağaların servetlerine biraz daha servet katmaları için yürürlüğe konmuş bir küresel bir plandır. Bölgesel işbirlikçilerini daha iyi organize ederek dünya halklarından hırsızlık yapabilmelerinin yasal kılıfıdır.

Bizden eksilenler acaba nerelerde birikiyor dersiniz?

Necmi ÖZNEY

DOĞU AKDENİZ’DE KİMİN ELİ KİMİN CEBİNDE

Kıbrıs adası, ABD veya İngiltere’nin Orta Doğu bölgesine yönelik bazı operasyonlarında, aktif şekilde kullanılmıştır. Irak’a saldıran uçaklara ev sahipliği yapmış, bazen de sivil ve askeri personelinin acil tahliyesi veya mühimmat takviyesi için kullanılmıştır. Ada’nın Doğu Akdeniz’i kontrol eden konumu ve bölgedeki koşullar, ABD ve AB için Kıbrıs’ı son derece değerli ve vazgeçilemez yapmıştır.

Kıbrıs’ı değerlendiren çeşitli sebeplerin başında, Orta Doğu ve Hazar Bölgesi enerji kaynaklarına havadan ulaşımın kolaylığı yanında, bir savaş anında yine aynı yolu kullanarak füzelerle bu bölgelerdeki enerji kaynaklarının tahribine yönelik saldırılar için merkezi konumda olması gelir. Diğer artı bir değer kazandıran sebep ise, Süveyş kanalı ve İskenderun Körfezi’nin Ada’dan kolaylıkla kontrol edilebilmesidir.

Rumların, kendilerini Ada’nın tamamının sahibi görerek, KKTC’yi yok sayarak, Kıbrıs’ın tamamının kıta sahanlığında petrol arama ortaklıkları kurma teşebbüsleri, Türkiye açısından Kıbrıs’ın stratejik önemini kat ve kat arttırır. Kıbrıs, Türkiye’nin ulusal güvenliği, varlığı, bağımsızlığı ve üniter yapısını koruması açısından, giderek daha da önem kazanmaktadır.

Rumların Euro’ya geçmesi, Rum kartı kullanılarak Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’in AB’nin kontrolüne geçmesi için atılan ilk adımlardan biridir. Fakat bu girişim Kıbrıs’ta iki önemli üsse sahip olan İngiltere’yi ve İngiliz üslerini kullanan ABD’yi rahatsız etmektedir. ABD ve AB çıkar çatışmasının giderek açığa çıkması ve soğuk savaş zamanında Rumların genelde ABD karşıtı olduğu hatırlanırsa, bunu bilen ABD de Kıbrıs’ta zor duruma düşmemek için tedbir almayı düşünmeye başlamıştır.

Bilindiği gibi, Rus ekonomisi, savunması ve dış politikası genelde petrol ve doğalgaz üzerine kurulmuştur. Dünya enerji sistemini kontrol etme çabası içindeki Rusya’nın da Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’e ilgisiz kalması düşünülemez. Rumların davranışından İngiltere’nin ciddi olarak rahatsızlık duyduğu ve bu rahatsızlığı dengelemek için, aynı rahatsızlığı duyan Rusya ile stratejik ortaklık kurması mümkündür.

Eğer Karadeniz gerçekten Rusya için bir var olma bölgesi ise, Moskova’nın Türkiye ile ilgili her gelişmeyi çok yakından izleme mecburiyeti vardır. İşte Bu sebepten, Rusya güneyden Türkiye’yi kontrol etmek istemektedir. Moskova’nın, donanmasını Suriye’de konuşlandırma çabaları, Türkiye’den kaynaklanacak menfi durumların dengelemesini sağlamak ve Türkiye’nin, Rusya’yı Karadeniz’de ABD’nin oldubitti planlarıyla karşı karşıya bırakmasını engellemektir.

Epey bir zamandan beri, Kıbrıs’ın fiilen bölünmüş olduğunun, Artık Rumlar tarafından kabul edilmiş olduğu açıktır. KKTC yönetimi yeni bir durum değerlendirmesi yapmak, yeni bir politikaya geçmek zorunadır.

Kısaca, ABD’nin, Rusya’nın ve İngiltere’nin Doğu Akdeniz’den ve Kıbrıs Adası’ndan stratejik bölge olarak vazgeçmeleri mümkün değildir. Tersi durum, onların mevzi kaybetmeleri anlamına gelir ki, bu da onların uluslararası politikada saygınlık kaybına uğramasına yol açar. Böyle bir konuma düşmemek için Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve çevre ülkelerde kendi çıkarları için yeni kargaşa yaratma çalışmaları yapacaklardır.

Türkiye’nin, bu yeni planların neler olabileceği üzerinde çalışması, her bir yeni durumun Türkiye’nin hak ve menfaatlerini nasıl etkileyebileceği konusunda değerlendirmelerde bulunması, koruması ve daima hazırlıklı olması gerekmektedir. Belki bir komplo teorisi niteliğinde olacak ama KKTC’den beklemediğimiz bir gol gelebilmesi de mümkündür.

Necmi ÖZNEY

29 Ekim 2008 Çarşamba

TÜRKİYE’NİN YILDIZINI PARLATMAK GEREK

Türkiye, Doğu Akdeniz'e hâkim, Kafkasya'ya bitişik, balkanlar hemen yanı başında, kuzeyinde Karadeniz, bir yanında ege denizi, bu konumuyla bu bölgeler üzerinde etkili olma imkân ve avantajına sahiptir.

Soğuk savaş yıllarında, ABD ve Rusya'nın etkileriyle, Türkiye'de ki laik rejim, İslam ülkelerine, dinsizlik ve İslam karşıtlığı olarak gösterilmiş ve Türkiye'nin Arap ülkeleri ile ilişkileri soğuk tutulmaya çalışılmıştır ki bölge halkları uyanmasın. Bu durum şimdi ülkemizin içini karıştırmak, dini ve etnik kökene dayalı düşmanlıklar yaratmak için yapılmaktadır.

Buna karşılık, İsrail'in, Mısır'ın, Suudi Arabistan'ın ve Basra Körfezindeki bazı küçük Arap ülkelerinin ABD ile yakın ilişkileri, Suriye'nin Rusya'ya olan yakınlığı görmezden gelinmiş. Kıbrıs Adasındaki Rumların Moskova'ya yakın olması, Arapların Türklere bakış açısı, İsrail’in kıyımları hep göz ardı edilmiş, ABD'nin Orta Doğu'da ki operasyonlarının bütün faturası, hep Türkiye'ye kesilmiştir.

İslam ülkelerindeki kamuoyu, Rumları, İsrail'i, ABD ve Rusya ile yakın ilişki içinde olan Arap ülkelerini görmemiş. Türkiye, haksız bir şekilde, Orta Doğu ülkeleri ve halkları gözünde, ABD'nin Orta Doğu'daki her saldırısı, Türkiye'den destekleniyor gibi algılanmıştır. Bu Türk karşıtlığının sonucu kendileri için ortadadır. Filistin, Irak, Afganistan halklarının durumu doğru değerlendirmelerinin zamanı gelmiştir.

Soğuk savaş sonrası döneme, bakılırsa, Türkiye'yi ve tüm bölge devletlerini etkileyecek bir değişim sürecinin tetiklendiğini görürüz.

Kafkasya'nın güneyinde yeni devletler ortaya çıkmış, Ermenistan, Türkiye'nin yeni komşusu olmuş, Irak'ın kuzeyindeki Kürt aşiretler, ABD'nin himayesi altında, bu bölgede ciddi bir politik oluşum içine girmişler ve bölge ülkeleri için ciddi bir sorun ve tehdit kaynağı haline gelmişlerdir.

Kendisini dünyanın jandarması olarak gören ABD, uluslar arası hukuku hiçe sayarak, demokrasi götürme ve uluslar arası terörizmle mücadele adı altında, devletlerin iç işlerine müdahale etmeye başlamıştır.

Sovyetlerin dağılmasından sonra ABD tarafından ortaya atılan, medeniyetler çatışması senaryosu ve bu senaryonun çekirdeği olan İslam Batı çatışması, bölgede kargaşa başlatmak ve insanlar arasındaki din birliğini bozmak için ılımlı İslam adı altında İslam içi bir çatışma haline getirilmiştir.

Kıbrıs'ta Rumların Ada'nın bütünü adına AB'ye tam üyelik müracaatında bulunmaları ve sonrasında cereyan eden politik gelişmelere bakılırsa, bu durumun Türkiye açısından çok ciddi olduğu görülecektir.

Irak'ın karşı karşıya bulunduğu parçalanma tehlikesi, Türkiye için çok ciddi bir tehdit niteliğindedir. Bu anlamda Suriye ve İran da tehlike altındadır. Bu durumda, Türkiye'nin, Suriye'nin, Irak'ın ve İran'ın, birbirlerine ihtiyacı vardır. Bu ülkeler, bir araya gelmek durumundadırlar. Bölgenin politik durumu bunu açık olarak göstermektedir.

Türkiye, bu ülkeler ile bir birlik oluşturulmasına öncülük etmek zorundadır. Böyle bir birlik, Türkiye'nin, Suriye'nin, Irak'ın ve İran'ın, toprak bütünlüklerini ve siyasal bağımsızlıklarını korumalarına ve ekonomik varlıklarının kendi halkı tarafından kullanılmasını sağlayacaktır.

Başta ABD ve İsrail olmak üzere, bölgeden çıkar sağlayan her ülkenin, böyle bir birlikteliğe karşı çıkması beklenmelidir ve böyle bir duruma karşı çıkacaklardır.

Türkiye'nin içinde bulunduğu durum ve gelişmeler ortadadır. Bu durumdan en az zararla kurtulabilmenin yolu Atatürkçü değerlerin ön plana çıkarılması ve örnek alınmasından ve uygulamaya konmasından geçmektedir.

Necmi ÖZNEY

22 Eylül 2008 Pazartesi

ABD’NİN KARADENİZ, HAZAR VE ORTA ASYA’YA OLAN İLGİSİ

Karadeniz, Kafkasya, Hazar denizi ve Orta Asya coğrafyası, bugün ve gelecekte milletlerarası politikada tüm dengeleri etkileyebilecek merkez konumundadır.

Bu coğrafya içinde, ABD Planına göre hangi devletlerin yer aldığının tespiti imkânsız gibidir. Aslında bölgeye coğrafi bir bölge olarak bakmak yerine, politik ve ekonomik bir bakışla bakmak daha mantıklıdır. Emperyalizmin bu geniş bölgeye, ekonomik ve politik amaçlarla yaklaşması, bu coğrafyada her an güvenlik sorunu ve savaş olasılığının varlığı demektir. Emperyalizm denen sülük, küreselleşme adı altında ulus devlet sınırlarını tanımama eğilimindedir ve her ülkeye üstü örtülü düşmanca amaçlar gütmektedir.

Örnek olarak Büyük Ortadoğu Projesi kapsamına kuzey Afrika’nın da dâhil edilmesi İrdelendiğinde, ABD’nin diğer amaçları dışında, Avrupa’yı da güneyden kontrol altına almak istediğini görürüz.

ABD Avrupa’nın kendi bloğunu oluşturmasını kesinlikle istememektedir. AB, ABD’nin çıkarlarına ters düşecek bir oluşum içine girerse ki, bu ABD’yi, hem Avrupa’nın gücünden mahrum bırakacak hem de Amerika’nın dünya politikasının iflas edeceği anlamına gelecektir. Bundan korkmaktadır.

İşte, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ne olduğunu Irak’ta görüyoruz. Irak’a ne demokrasi, ne istikrar, ne güvenlik, ne de refah getirmiştir. Irak halkına getirdiği şey, maddi ve manevi kayıplar, ölümler ve hüsrandır. Irak’ta petrol üretiminde bir düşüş olmamasına rağmen, Irak halkının Saddam döneminden daha kötü yaşam şartlarında yaşıyor olmaları ve neredeyse Saddam dönemini arar hale gelmeleri yaşanan bir durumdur. Bu durum, Irak’ın petrolünün Irak halkı için kullanılmadığı ve ABD tarafından çalındığı anlamına gelir.

İşte ABD’nin Karadeniz, Hazar ve Orta Asya ilgisi, BOP gerçekleri içinde düşünülmelidir. Yani ABD’nin bölgeye yerleşmesi halinde politik, ekonomik ve güvenlik açılarından bölgede neler olabileceğinin şimdiden görülmesinde bölge ülkeleri için yarar vardır.

Türkiye, Kafkas, Hazar ve Orta Asya için kilit bir ülkedir ve bu da tarihi ve jeopolitik konumundan ileri gelmektedir. Türkiye’de yaşayan insanlarla Karadeniz çevresinde ve Hazar bölgesinde yaşayan insanlar arasında güçlü ortak bağlar vardır. Bölgeye ilgisiz kalmaması ve bu coğrafyada güdüm altında olmaması gerekir.

ABD tarafından planlanan ve enerji kaynaklarının yağmalanması amacını güden projeler sadece işbirlikçi iktidarlar tarafından kabul edilmektedir. Halkın malı halka sorulmadan emperyalizme peşkeş çekilmektedir. Durumu daha iyi tahlil etmek için Türkmenistan’da yaşanan ve yaşanacak olan olayları iyi takip etmek gerekir.

Amerika tarafından yazılan bütün senaryolar dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun Türkiye tarafından titizlikle incelenmeli ve bütün bunlara karşı milli bir duruş sergilenmelidir. Çünkü ABD ve AB tarafından yapılan her planın arka sayfasında Türkiye’nin gardının biraz daha düşürülmesi yazar.

Türkiye için bu sarmaldan kurtulmanın tek çıkış noktası vardır, o da Kemalizm’dir.

Necmi ÖZNEY

14 Eylül 2008 Pazar

SAYGIN, BÜYÜK TÜRKİYE OLMA FIRSATI VE BOĞAZLAR

Rus Gürcü savaşının yakın gelecekteki sonuçlarını incelersek, durumun bölgesel değil, dünya genelinde oldukça önemli olaylar dizisinin başlangıç noktası olacağını görürüz.

Gürcistan, jeopolitik olarak, ABD emperyalizminin, öncelikle bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirmesine ve petrolün dünyanın en büyük pazarı konumundaki Çin’e kadar ulaşımını denetleyebilecek bir ülkedir.

Gürcistan’ın ABD için yapması istenen görev, Amerika’nın Karadeniz’i ve Kafkasya’yı kontrol altında tutmasını sağlamak için bölgede karışıklık yaratmaktır. Irak, Ortadoğu ve Suudi Arabistan’ı kontrol altında tutan ABD’nin, Karadeniz ve Kafkasya’yı da denetim altına almak niyeti, dünya genelini de kontrol etmek istemesi demektir.

Böyle büyük bir coğrafyayı kontrol edecek bir ABD, uluslar arası politikadaki konumunu kuvvetlendirecek ve en önemlisi Çin karşısında da ekonomik ve politik olarak güçlenmiş olacaktır. Bu durum aynı zamanda ABD’nin Rusya’yı ve Rusya’ya ait enerji bölgelerini, doğalgaz ve petrol taşıma yollarını da kontrol etmesi anlamına gelmektedir.

Rusya aslında bölgede rahattır. Çünkü Rusya şu veya bu şekilde bölgeyi kontrol etmektedir. Çıbanbaşı olan Amerika’dır ve ABD, uluslar arası politikadaki konumunu sürdürebilmek ve ilerde ayakta kalabilmek için bölgeye girmek ve buraya yerleşmek istemektedir. Rusya’nın yaptığı ise, bölgenin mevcut durumunu korumak, düşmanca girişimler artarsa bu coğrafyada milli çıkarlarını korumak için kararlı olduğunu ortaya koymaktır.

Uluslar arası hukuk gereği, taraflardan birine yardım etmek demek, taraf olmak anlamına geleceği için, Türkiye’nin Rusya’yı karşısına almak gibi bir yanlış içine girmesi büyük hatadır ve bölgeye huzursuzluk getirir.

Montrö sözleşmesi yok gibi davranan ABD savaş gemilerinin insani yardım adı altında Türk Boğazları’ndan geçişine izin verilmesi yanlıştı. Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler bu taşımayı yapamazlar mıydı? ABD askeri gemilerinin Türk Boğazları’ndan geçip Karadeniz’e çıkmaları, Türk Dış Politikasının geleceği açısından içinden çıkılamaz durumların habercisidir. Türkiye’nin en azından dünya barışını bahane ederek insani yardım için başka yollar bulması gerekirken boğazlardan geçişe hemen evet demesinin sorgulanması gerekir.

ABD’nin ulusal çıkarları için NATO’yu kullandığı bilinen bir gerçektir. Irak’taki durum ibret almamız gereken bir olaydır.

İşin en korkulan tarafı ise ABD’nin ekonomik ihtiyaçları için Karadeniz bölgesine girmek ve bu coğrafyada kalıcı olmak zorunda olduğudur.

ABD Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni aşındırmak için bundan sonra elinden geleni yapacaktır ve aşındırma başlamıştır. Çanakkale Boğazından Ege denizine çıkan gemiler yüz metre sonra dönerek tekrar Karadeniz yoluna revan oluyor. ABD’nin Karadeniz’e ilişkin senaryosunun sinir bozucu gösterimi başlamıştır.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi, özellikle Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin güvenliğini ön plana çıkaran bir düzenlemedir. Türkiye, Türk Boğazları’ndan geçiş konusunda tam yetkili karar alıcıdır. Türkiye açısından, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin titizlikle uygulanması, devlet ciddiyetinin ve saygınlığının gereğidir. Bu konu Rusya için de aynen geçerlidir. Yani Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin titizlikle uygulanmasını istemek taraf olarak Rusya’nın en tabii hakkıdır. Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesini sulandırırsa, bu hem Türkiye için, hem de bölge için çok ağır sonuçlar verebilir.

Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak kendisini saydıracağı barışçı bir durum yaratmak varken, ABD’nin dümen suyunda hareket etmesi, Türkiye’nin bölgedeki saygınlığına zarar verir. Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden çok, ABD’yi dikkate alacak ve ABD’nin bölgeye girişine yardakçılık sayılabilecek girişim ve projelerin Rusya faktörü varken tutmayacağı, görülmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir hakikattir.

Necmi ÖZNEY

7 Eylül 2008 Pazar

BİLİYOR MUSUNUZ? BİR ZAMANLAR HİLTON OTELİ BENİMDİ

Türkiye son yıllarını devamlı büyüyen ve toplumun önemli bir bölümünün cebindeki paranın önemli bir kısmını istikrarlı bir şekilde yutan ekonomik planın pençesinde geçirmektedir.

Batı tarafından Türkiye’ye dayatılan ekonomik ve sosyal uyum programları ülkeyi yönetenler tarafından hiçbir sorgulamaya dahi tutulmadan aynen uygulanıyor. Türkiye’nin küresel kapitalizme uyum sürecinde ve sömürüyü derinleştiren politikalarının uygulanmasında, Batı hata istemiyor. Uygulanan ekonomik programların kısır sonuçlar vermesi yüzünden ülkemiz borç batağında yüzüyor.

Yabancı sermayenin üretmeye değil, Türkiye’nin söğüşlenmesini sağlamaya yönelik ekonomik projesini destekleyenler, sıra işçinin, memurun ücret ve haklarına gelince kısıtlama yolunu seçiyorlar. Maaşlar, uydurma enflasyon rakamları üreterek, reel enflasyon dikkate alınmadan belirlenerek halk sefalete itiliyor.

Uygulanan politikalarla, sosyal devlet olmanın en birinci gereğinin, en yoksul olan ve en ücra yerde yaşayan insanı da dâhil olmak üzere, tüm halkına temel yaşam standartlarını sağlamak olduğu gerçeği ortadan kalkmış durumda.

Devletin asli işi olan kamusal hizmetler özelleştirme yoluyla tasfiye edildi, oluşan boşluğun özel sermaye tarafından doldurulması sağlanarak yandaşlara yeni kar alanları yaratıldı.

Özelleşince hizmetlerin ucuzlayacağı şeklindeki propagandaların, telefon şirketlerini işleten firmalar arasındaki danışıklı rekabetle ne büyük bir yalan olduğunu yaşayarak görüyoruz.

Kurumlar özelleştirilince daha verimli ve hızlı hizmet alınacağı şeklindeki yalanları, hizmet alınması bir yana, ölmek üzere olan yoksul vatandaşın hastane kapısından kovuluşundan sonra ancak anlayabiliyoruz.

Neyse boşverin bütün bunları. Şimdi çok önemli bir çıkar hesaplaşması var. Harp meydanı, Hilton oteli. İbret ve dehşetle diziyi izliyorum. Beni nasıl yolduklarını şimdi daha iyi anlıyorum.

Biliyor musunuz? Bir zamanlar Hilton oteli benimdi. Arada bir gider, çaktırmadan kontrol ederdim yerinde duruyor mu diye. Ütülmüşüm, şimdi kalbim kırık, kendimi çok kötü hissediyorum, artık aynaya baktığımda, karşımda bir enayi, bir salak görüyorum ve artık tıraş olmak dahi istemiyorum.

Necmi ÖZNEY

1 Eylül 2008 Pazartesi

KÖLE RUHLAR VE KEMALİZM

Bu dünyada yaşayan her insanın, diğer insanları aşağılayan, köle gözüyle bakan, sömürmeye çalışan emperyalizme karşı tahammülü olmaması gerekir. Fakat ne yazık ki, bazı soysuz ve karaktersiz kişilere namus kavramı bir şey ifade etmediği için, özgürlük ve bağımsızlık duygusunu da pek anlayamazlar.

Kölelik ve uşaklık etme ihtiyacı, bu soysuz kişiler için sosyal düzeyi, tahsili ve cinsiyeti ne olursa olsun genlerine işlemiş kalıtımsal bir ruhsal hastalıktır. Böyle tipler dün vardılar, şimdide varlar ve yarında hep olacaklar. Kimsenin kuşkusu olmasın.

Bunlar düşman bayrağından, namusuna uzanan tacizci elden rahatsız olmazlar. Onları kimin nasıl yönettiği önemli değildir, sadece önlerine atılacak kemiktir onlar için önemli olan.

Bunlar; çağ küreselleşme çağı, küreselleşmenin önüne geçemezsiniz diyerek küresel emperyalizmi meşrulaştırmaya çalışırlar. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıkan İslamiyet’i bile ılımlı İslam kılığına sokarak, başımızda İngiliz olsa Müslümanlığımızı daha iyi yaşardık diyebilecek kadar da soysuzdurlar.

Bugün milli kimliğinden ve ulusal değerlerinden rahatsız olanlar var. Halkına ihanet edenler, vatanı satanlar, hainler, mandacılar hep bunların arasından çıkar.

Ama Türkiye’de emperyalizme karşı çıkanlar, yeter artık diyen onurlu Atatürkçüler de var. Emperyalizme karşı ulusal duruş ve milli namusu korumak için de hep var olacaklardır. Kemalist duruş ülkemizin bağımsızlığı ve özgürlüğünün teminatıdır. Uşaklığı, yumuşak başlılığı, adam sendeciliği, emperyalizme kulluğu reddeder. Kemalizm insan olmanın ve insanlık şerefinin bilincidir.

Türk’ü, Türkiye’yi ve Kemalizmi anlamak için, öncelikle ulusal devletin, milli duruşun, bağımsızlık ve egemenliğin ne demek olduğunu anlamak lazımdır. Atatürk’ü anlamak çağdaş olmanın, çağdaş kalmanın vazgeçilmez şartıdır.

Kemalizm, halkın ve köylünün efendiliği demektir. Kemalizm, demokrasi, hukuka saygı, adalet, fikir özgürlüğünü Batı’dan emir bekleyerek düzenlemeye çalışanları reddeden bir ruhtur, bir ışıktır.

Ruhsuz vatan hainleri Atatürk’ten rahatsız olurlar. Bu tipler, Türk halkı arasına kalın duvarlar örmeye çalışırlar ki, Gazi’nin ışığı yandaşlarını uyandırmasın.

Ben bir Atatürkçü olarak Türkiye’m için hep doğruyu ve iyiyi arayacağım. Bazen yüksek sesle, bazen de sessiz çığlıklar atacağım.

Ama bilin ki ölümsüz olan Atatürkçü ruhtur. Bu demektir ki ölümsüz olan bizleriz. Biz Kemalist’iz ve biliyoruz ki, devletimizin ve millet olarak geleceğimizin teminatı için bu ruha her an gereksinimimiz var.

Necmi ÖZNEY

24 Ağustos 2008 Pazar

MONTRÖ DEĞİŞTİRİLMEYE ÇALIŞILIYOR

Montrö Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kazanımlarından biridir. ABD, BOP planı çerçevesinde ve bu işe NATO’yu da alet ederek, Karadeniz’de askeri güç bulundurmak için sözleşmenin değiştirilmesi veya sona erdirilmesi için çalışmalara başladı.

1936 yılında imzalanan Montrö boğazlar sözleşmesi, yakın bir savaş tehlikesinin varlığı halinde hem Türkiye’yi, hem de Karadeniz ülkelerinin güvenliğini de geniş anlamda garanti altına alan bir sözleşmedir.

Anlaşma Lozan barış antlaşmasının da Türkiye lehine perçinidir. Montrö boğazlar sözleşmesi imzalandıktan sonra, Lozan anlaşmasında bulunan Boğazlar idaresi komisyonu lağvedilerek bütün yetkiler Türk hükümetine devredilmiştir. Bu nedenle, Montrö sözleşmesi hem boğazlardaki Türk egemenliğinin kaleleşmesi hem de güvenlik bakımından Türkiye için özel bir anlam ifade eder. Bu sözleşme Büyük Atatürk’ün eşsiz sağduyusu ve ileri görüşü ile o dönemin şartları içinde tam bağımsızlık ve tam egemenlik için yapılmıştır.

ABD’nin Karadeniz’de askeri güç bulundurmasına Montrö engeldir. Amerika’nın Karadeniz’e sokmayı hayal ettiği gemilerin nitelikleri de Montrö boğazlar sözleşmesine uymamaktadır. ABD bu sözleşmede taraf değildir. Bunun için taraf ülkeleri kullanarak özel planlar yapmaya hazırlanıyor. Verilen resmin tümüne bakınca, kraliçenin harp gemisi ile gelip boğazın ortasına niçin demir attığını da görmüş oluruz.

ABD’nin bölgeye ilgisinin önemli bir bölümü enerji kaynaklarını ve taşıma yollarını kontrol ederek Rusya’nın Akdeniz yoluyla dünyaya satacağı petrolü kontrol etmek ve hem de bu yolla Rusya’yı güneyden de kıskaca almak ve BOP’un adını, Büyük Dünya Projesi olarak değiştirmek istiyor.

Amerika dünyada tek emperyalist güç olarak kalmak istiyor ama kendi yanı başındaki Latin Amerika ülkelerinin yaptığı ABD karşıtlığına da rejim değişikliklerine de ses çıkaramıyor ne hikmetse.

Rusya için de Montrö boğazlar sözleşmesi birçok bakımdan önemlidir. Dünya piyasalarına güvenle petrol sevkıyatı yapacağı tek çıkış yeri Türk boğazlarıdır. ABD yanlısı politikalar bölge ülkeleri için yeni düşmanlıklar yaratacaktır.

AB de yarın Karadeniz’de enerji yollarını kontrol etmek ve AB havucu uğruna Montrö sözleşmesinin sulandırılmasını isterse ulusal egemenliğimiz nasıl korunacak?

AB üyesi Güney Kıbrıs, Karadeniz’e girmek ve bölge ile ilgili bazı hedeflerini gerçekleştirmek isterse ne yapılacak?

Üç tarafı denizle çevrili olduğu halde Deniz bakanlığı olmayan Türkiye, Milletler arası deniz hukuku ile ilgili neler yapıyor? Bu konuda uzman hukukçularımız var mı? Fikirleri soruluyor mu ve daha doğrusu önemseniyor mu?

11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin Malaka boğazının güvenliğini sağlama numaraları Malezya ve Endonezya‘nın büyük tepkisine neden olmuş ve bunu egemenliklerine bir saldırganlık nedeni saymışlardı. Bir sene önce pek modaydı, çok soruluyordu, Şimdi ben soruyorum. Türkiye bu konuda Malezya olamaz mı?

Türk boğazlarında egemenlik sahibi, Türk devleti ve Türk milletidir. Türk milleti, Türk devleti’nin varlık ve egemenlik tapusu olan Çanakkale ve İstanbul Boğazları için canını dahi vermeye hazır olduğunu 1915 yılında Çanakkale‘de ispat etmiştir. Bunun bedeli yine ne olursa olsun şimdi de geçerli olduğunu dost düşman çok iyi bilmelidir.

ABD deniz kuvvetlerinin giremediği tek yer olan Karadeniz’de, önemsiz bir kuvvetle ve barış adına dahi olsa boy göstermesi, dünyada birçok şeyin olumsuz olarak değişeceğinin habercisidir.

Necmi ÖZNEY

18 Ağustos 2008 Pazartesi

AMERİKA’NIN IRAK’I VARDI RUSYA’NIN DA OSETYASI OLDU

Rus Gürcü savaşı, Amerika ve Rusya’nın emperyalist çıkarlarını korumaları ve sömürü düzenlerinin sınırlarını yeniden belirlemek için çıkarılmış bir savaştır.

Bu savaşta asıl söylenmek istenen şey Türkiye’ye karşı söyleniyor. Ama bizde herkes Fransız olduğu için bu lisanı pek anlamıyoruz. Bırakın anlamayı ders bile alamıyoruz. Oynanan oyun Saddam’ın Kuveyt’e girme senaryosudur. Saakaşvili de Osetya’ya girerek, Rus müdahalesine zemin hazırlamış ve meşruluk kazandırmıştır. Bu film bir Rus filmi değil eski bir Amerikan filminin yeniden gösterime sokulmasıdır. Irak gibi Gürcistan’a da bu sefer Rusya demokrasi ve özgürlük getirecektir.

Bu savaş, ABD’nin Türkiye üzerindeki güdümüne karşılık, Rusya’nın da Gürcistan üzerinde denetim kurmasını sağlamak üzere yapılmış bir planlamadır. Saakaşvili de bu planın bir parçasıdır. Rusya, bu arada Türkiye’nin bölgedeki ABD güdümlü politikasının ağır faturasını hazırlamaya başladı bile. Savaşın sorumluluğunu Türkiye’nin üzerine yıkma çalışmaları yapıyor.

Yeni demiryolu hattı açılışları da, ABD, AB ve Rusların işine gelmedi. Türkiye belki de Gürcistan ile işbirliğini ABD’nin verdiği akılla yapıyordu.

Türkiye gittikçe daha çok daralan bir kıskaca alınmaktadır. Bu savaşı iyi okumalı, Saddam ve Saakaşvili’nin yaptıklarını ve sonuçlarını iyi tahlil etmeliyiz. Gazi Paşanın nutkunda, Türk Gençliğine neyi anlatmak istediğini iyi anlamak mecburiyetindeyiz.

Ülkemizin geleceği için, bu zincirler kırılmalıdır. Bu da emperyalist efendilerden ve onların kuklalarından kurtaracak Atatürkçü bir uyanışla mümkün olacaktır.

Geleceğimiz yeniden Atatürkçü düşüncenin ışığında kurulmalıdır. ABD’den stratejik müttefik olmayacağı gibi, Rusya’dan da dost olmaz. Bu ikisinin de birbirlerine düşman oldukları inanışı da çok büyük aptallıktır.

Geleceğimizi millet olarak biz kuramazsak, bizim geleceğimizi başkaları kuracaktır. Başkalarının kurduğu gelecek ise bizim geleceğimiz olmayacaktır.

Necmi ÖZNEY

10 Ağustos 2008 Pazar

GEÇMİŞİ DÜŞÜNEREK GELECEĞİ BEKLEMEK

Bizim kuşağımızın mayasında umut ve sevecenlik vardı. Ülkemizi ve milletimizi düşündüğümüz zaman içimizi büyük bir heyecan kaplar, önümüzdeki yılların yurdumuz ve insanımıza güzel şeyler getireceğinin hayallerini kurardık.

Ne güzel günlerdi o günler. Türkiye'nin geleceğini düşünürken kendimiz için de büyük planlarımız vardı. Önümüzdeki parlak geleceği görebiliyor, hayallerimizi şekillendirebiliyorduk. Büyüyecek, serpilecek, iş güç ve aile sahibi olacak yurdumuzun gelişmesine katkıda bulunacaktık. 1960 lı yıllardı o güzel yıllar.

Türkiye, o zamanlar gelişmekte olan ülkeler sınıfındaydı. Bizim kuşak yamayı, eski elbiselerin ters yüz edilmesini ve ayakkabı tamiratının ne demek olduğunu çok iyi bilirdi. Halk çok sıkıntılar çekti ama yine de bu sıkıntıları aşacak gücü ve enerjiyi büyük bir coşku ile yüreğinde hissederdi. Gelecek için güzel umutlarımız vardı.

Bu güzel umutların çoğu gerçekleşemedi ve çoğu yarım kaldı. Bazılarının ise yanına bile yaklaşamadık ve birçok güzel hayalimizi ihanetlere kurban ettik.

Evet, Türkiye üzerinde dışarıdan çok oyunlar oynandı, ama bu memlekete en büyük zarar kendi içinden geldi. Bu ülkeyi bu durumlara ilk önce, yurdumuzu içten içten kemiren, Atatürk karşıtlığı yapan tarikatlardan oy alma derdine düşmüş, köksüz, karaktersiz siyasetçiler düşürdü. PKK terörü iç barışa ve ekonomiye büyük bir darbe vurdu. Din simsarlarının politikacı maskesi altında Devlet idaresine talip olmasının sonunda ortalık yangın yerine döndü.

Üretim, yatırım, sanayileşme şu an kimsenin önemsemediği değerler arasına girdi. Düşüncesizce yapılan ve hak edilmemiş bir tüketim çılgınlığı Türkiye'yi sardı. Üretmeden tüketen, faiz ve avanta batağına batırılmış bir Türkiye ön plana çıkmaya başladı.

Türkiye bilinçli olarak çürütülmeye çalışıldı. Ufuksuz, bilgisiz ve görgüsüz politikacıların, satılmış medya maymunlarının hayatlarını örnek alan ve taklit etmeye çalışan toplum, karaktersiz bir taklit hevesi içinde olan kokuşmuşlar çoğalmaya başladı.

Din, vatan, devlet, bayrak gibi bu millet için en büyük ve en mukaddes kavramlara sahip çıkması gerekenlerin sergilediği duyarsızlık, bir devlet ve millet için gerekli vicdani duyguları körleştirdi. Milli ve manevi değerler alt üst edilmeye çalışıldı.

Hakkını aramak isteyen vatandaşı adam yerine koymayan, aslanlar gibi kükreyen ama ABD ve AB karşısında boyun bükük, eller göbekte kavuşmuş kıyama duranlar yüzünden, milletlerarası arenada itibarı ve ağırlığı olmayan, gönüllü teslimiyet süreci yaşayan bir ülke görünümü ortaya çıktı.

Ümit ve heyecan dolu gençlik yıllarımız kötü politika ve kötü politikacılar tarafından bitirildi. Çekeceğimiz dertler hala bitmemiş ki, bugünün gençliğini de bitirmeye çalışıyorlar. Öyle görünüyor ki, şimdi çocuk olan gelecekteki yeni politikacı nesli eskilerden daha da beter olacak.

Türk milleti şu anda, zengin bir enerji kaynağı Bor’un garip bekçiliğini yapıyor. Eli kulağında, dünyada Bor talebi başlayacak, bizim için bulunmaz fırsat kapısı açılmak üzere. Dünyadaki Bor rezervlerinin yüzde yetmiş beşine sahibiz. Bana öyle geliyor ki, Bor’u da çok yakında yabancılara peşkeş çekeceğiz.

Birinci dereceden stratejik ve ekonomik öneme sahip değerimiz, sularımız boşa akıyor, var olan hidroelektrik santraller verimli çalıştırılmıyor, yenisi yapılmıyor, sonuç olarak enerjide de dışa bağımlı hale getirilmiş vaziyetteyiz.

Aslında her mevzuda kriz üstüne kriz yaşanıyor. Üretime, yatırıma yönlendirilmeyen yabancı sermaye alacağı avanta faiz kazancı peşinde koşuyor.

Yine de ümitliyim ama, elimizden bir şey gelmiyor. Geçmiş yıllarımızı anarak, gelecek yıllarımızı beklemekten başka bir şey yapamıyoruz.

Necmi ÖZNEY

4 Ağustos 2008 Pazartesi

BOP DUYARSIZLIĞI VE GÜNGÖREN KATLİAMI

Önümüzdeki günlerin Türkiye için son derece kritik dönemeçlere gebe olduğu hiç tartışılamayacak bir hakikattir.

Batı tarafından büyük bir dikkat ve özenle hazırlanmış, tohumu iki yüzyıl önce dikilmiş, bugüne kadar da düzenli olarak bakımı yapılmış olan Kuzey Irak’ta kurulması planlanan bir Kürt devletinden hasat yapılmasının gecikmesi, AB ve ABD için hasadın çabuklaştırılması gereken bir proje konumuna alınmıştır.

Her birisi başlı başına bir baş belası olan ve büyük problemlerle çepçevre kuşatılmış bir halde bulunan Türkiye, bu projede de şu anda ateşten bir çemberden geçiyor ve Irak politikamız ise sisle kaplı ve belirsiz bir vaziyette.

Bu sıkıntılı süreçte güçlü bir halde bulunması gereken Türkiye ise, politik olarak çok zayıf ve çok kolay karışıklık yaratılabilir bir durumda. Ekonomi bitme sınırında, devlet bütçesi borçların faizini ancak ve zorlukla karşılamaya çalışıyor, ana borçlar döndürülemez bir vaziyette bulunuyor.

Ülkemizin zenginliklerinin çoğu yağmalandı, elde edilen karlar yatırıma dönüşmeden dışarıya götürüldü. Israrla yabancı yatırımcı adını verdiğimiz talancı sermayenin gözü hala elimizde kalan milli kuruluşlarımızda. Geriye pek bir şey kalmadı ama ne kaparsak yanımızda kar kalır düşüncesi şu an geçerli.

Zenginliklerini kaybeden ülkemizde yatırımlar durmuş vaziyette. Çarkın çevrilebilmesi için ekonomi günlük yaşanıyor. Her ne kadar istikrardan söz edilse de politik ve ekonomik arenada durum son derece belirsiz.

1980 lerden sonra gelen hükümetler dertlere deva olmak bir yana, eski dertleri büyüttüler, diğer yandan da dert üstüne yeni dertler ekleyerek kendileriyle beraber ülkemizi de bitirdiler.

Türk halkının ekonomik ve psikolojik anlamda adeta omurgası kırılıyor, dışarıya karşı boynumuz, en umutsuz olduğumuz zamanlarda bile görülmemiş bir şekilde eğriliyor. İçinde yaşadığımız işbirlikçi ve cıvık liberalizm dönemi, toplumun milli refleksini neredeyse yok etmek üzere. Kim bu milletin üstüne nasıl bir ölü toprağı serpti ki bu duruma geldik?

Kuzey Irak’ta yakında kopacak büyük fırtınayı görmek bile bizi harekete geçiremiyor. Güngören katliamı niçin yapıldı kimse farkında bile değil. Sıradan bir PKK terör saldırısı olarak şimdiden unutuldu bile.

Biraz hafızalarımızı yoklayıp Irak savaşının başlangıcına dönersek, önce Irak tahrip edilecek ve sonra da imar için Irak’ı bir daha soyacak olan emperyalist Batı firmalarının bize vermesi beklenen taşeronluk hesapları yapılıyordu. Nasıl bir ülke olduk biz? Hangi vicdanla bu hesaplar yapılabiliyordu? Kimler bu hesapları yapıyorlardı?

Kirli ellerini BOP adı altında bölgeye uzatan emperyalizm artık Ortadoğu'nun yeni bir haritasını yapmak için olanca gücüyle çalışıyor. Çünkü Batı geçmişte aldıklarını tüketti, şimdi daha fazlasını istiyor. Dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip ve en stratejik bölgelerinden birisi olan Ortadoğu’yu bütünüyle kendi emrindeki bir uyduya dönüştürmek ve sömürgeleştirmeyi tamamlamaya çalışıyor.

Saldırgan emperyalist güçler, Türkiye başta olmak üzere bölge insanlarının idraksizlik ve tarih bilinci zayıflığından öylesine eminler ki, oynanan oyunun senaryosunu değiştirmeye bile lüzum hissetmiyorlar. Senaryo ana hatlarıyla aynı, sadece aktörlerde değişiklik yapılmış. Geçmişte Türk'ün paçasına Arapları salan emperyalizm bugün onların yerine Kürtleri kullanıyor.

Daha düne kadar Türkiye karşısında hazır olda duran Barzani ve Talabani gibi aşiret başları kendilerini sağlam kayalara yasladıklarından öylesine emin bulunmaktalar ki, bin yıllık Türk şehri Kerkük'ü Kürt şehri ve uyduruk Kürdistan'ın başşehri ilan etme çabalarını hızlandırdılar. Güngören katliamının ucu bunlara kadar uzanıyor.

Bütün Ortadoğu bölgesi göz göre göre ateşe doğru sürükleniyor. Türkiye'nin başına ve herkesin gözleri önünde aynen Osmanlı'nın yıkılışındaki gibi türlü çoraplar örülüyor.

BOP için haritalar yeniden planlanırken, acaba niçin? Türkiye'nin haritasının da hazırlanmakta olduğunun farkında değilmiş gibi davranıyoruz. Böyle bir davranış gaflet sayılabilir mi?

Necmi ÖZNEY

21 Temmuz 2008 Pazartesi

GEÇ KALINMADAN MİLLİ ÇIKAR MUHASEBESİ YAPILMALI

11 Eylül 2001, dünyanın ABD tarafından yeniden şekillendirilmesinin başlangıcı olan bir milat olduğu ve bu tarihten itibaren artık her şeyin kökten değişeceği şeklinde propagandalar, olaydan hemen sonra ABD tarafından tüm dünyaya yayıldı.

Yaratılan bu korku sonucu, dünya şoka sokularak emperyalizmin yeni yüzünün, yani küreselleşmenin işaretlerinin verilmiş olduğunu anlamak için, ne keskin bir zekâya ve ne de derin bir birikime ihtiyaç var. Her şey o kadar açık ve seçik, o kadar net ve berrak ki, ortalama bir zekâ ve vasat bir inceleme bunun için yeter de artar bile.

Anlaşılan o ki, hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak, Dünya’da pek çok şey değişecek ama hangi yolla ve kimin önderliğinde? Kimler neler kazanacak, kimler neler kaybedecek? Çünkü küreselleşme denilen meseleye yalnızca ABD gözlüğü ile bakmak, ülkeler ve halkları açısından hayati tehlike arz eden bir düşünce tutulması demektir.

Küreselleşmenin bize anlatıldığı ve gösterildiği gibi olmadığının farkına varmak için, milli duyguya sahip bir zekâ ve kendi devletinin çıkarlarının muhasebesini yapmak yeterlidir.

Bundan böyle, emperyalizme karşı çıkan ve bu oyunun kurallarını iyi kavrayan milletler, tarihin sırat köprüsünü aşacak, emperyalizme teslim olan ve karşı çıkamayanlar ise tarihe gömüleceklerdir.

Tarih, kendi benliğini, kendi özünü bozmadan dünyanın değişimine uyum gösterebilen toplumlara hayat hakkı tanır. Kendi özlerine sadakatsizlik yapmadan gelişen milletler, tarihi aşabilen toplumlar olacaktır.

Direnç gösteriyoruz, ama çağdaş medeniyete değil. Direnişimiz, Batı’nın bize uygulamak istediği yeni küresel emperyalizme. Milli ve kararlı duruşlarımız sonucu, AB ve ABD kendi dışındaki dünya olarak kabul ettiği bizlerle birlikte yaşamayı, dünyayı hakça paylaşmayı öğrenmek ve kabul etmek mecburiyetinde kalacaktır.

İnsanlığın kurduğu medeniyet bir bütündür. Batı’nın batılılığı kendine aittir. Batı sınırları dışındaki halka aşılanmaya çalışılan ikircikli batılılık, kopya, deforme ve yozlaşmış bir batılılıktır. Ne şekilde olursa olsun, batılılaşmak adına kendi değerlerini göz ardı ederek ulaşılan bir sözde medeniyet, çakma bir medeniyet olacaktır. İşte şu sıralarda küreselleşme adı ile kurulmaya çalışılan yenidünya düzeninin hikâyesi de çok kalın çizgilerle bundan ibarettir.

Daha önceleri, tarihin gidişatını değiştirmeye çalışan emperyalizmin istekleri nasıl tahakkuk etmemişse, şimdiden sonrada tahakkuk etmesi beklenmeyecektir.

Daha iyi ve daha yüksek medeniyetin ipuçları da Biz'de bulunmaktadır. Batı, insanlığa verebileceklerini ve bunun karşılığında almayı düşündüklerini zaten fazlası ile almış durumdadır. Bundan böyle bizim verecek hiçbir şeyimiz yoktur ve artık bundan böyle, hak edebilirsek gelecekteki başarılar bizimdir.

Gelecek başarılar için Biz’lerin yapması gereken şeyler ise, çok basittir. Temel değerlerimizin doğruluğundan asla şüpheye düşmeyeceğiz. Bu değerlere, kendimize ve potansiyel gücümüze güveneceğiz. Aklımızı iyi kullanacağız. Dünümüzü, bugünümüzü iyi anlayacağız ki geleceğimizi daha iyi yazabilelim.

Kemalizm’in ve milli kültürümüzün günümüzde büyük saldırılara maruz kalmasına rağmen, hâlâ ayaklarımızın altındaki zeminin çok sağlam olduğunu ve yüreğimizin içinde yakıcı kor ateşlerin saklı olduğunu asla unutmayacağız.

Bu âlemin sahibi ve O'nun bize bahşettiği Atatürk ruhu, içimizdeki volkanı harekete geçirecek ve bu dünyanın emperyalizm tarafından gasp edilmesine ve insanlık onurunun söndürülmesine asla izin vermeyecektir.

Necmi ÖZNEY

13 Temmuz 2008 Pazar

YİTİK TABLETLER VE KEMALİZMİN EVRENSELLİĞİ

Türk halkı, maddi ve manevi olarak sahip olduklarının, ya bilincinde değil, ya da Atatürk ve Türkiye düşmanlarının yönlendirmesi ile bilinci bozularak kirletilmiş ve tahribata uğratılmış vaziyettedir.

Atatürk ilke ve fikirlerini yalnızca Türkiye ve Türk Milleti açısından değil, evrensel yönü ile de ve özellikle ABD ve AB'nin, Türkiye için bugün nasıl politikalar planladığı ile birlikte değerlendirmek gerekmektedir.

Atatürk şahsı ve ilkelerindeki ulusçu duruşu ve emperyalizme karşı kazandığı mücadele sayesinde, Kemalizm, tarih için kesinlikle evrensel bir niteliğe bürünmüştür.

Atatürk, 18 Ekim 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir konuşmada,"Anadolu'daki bu savunma, yalnız kendi varlığımızı korumak kaygısı ve zorunluluğu içinde değil, aynı zamanda Doğu ülkelerine yönelik saldırılara karşı bir engel oluşturmak amacıyla yapılmıştır."

7 Temmuz 1922'de ise,

"Eğer Türkiye'nin yürüttüğü mücadele sadece kendi için olsaydı, belki daha az kan dökülecek, savaş daha kısa sürecek ve daha çabuk sonuçlanacaktı. Türkiye, Doğu'da baskı altındaki ülkelerin davasını savunmak için büyük ve önemli çabalar sarf ederken, bu ulusların onu destekleyeceklerinden ve birlikte hareket edeceklerinden emindir."Demiştir.

Atatürk'ü yalnızca savaş kazanan milli bir kahraman değil, hayatı süresince ülkesini ve halkını ön plana alarak düşünen büyük bir devrimci ve reformcu tarafını da önemle vurgulamamız gerekir.

Tüm güçlükler karşısında, ulusunun yeniden doğuşunu ve bağımsızlığını sağlayan Kurtuluş savaşının büyük lideri Gazi Paşa hakkında, Habib Burgiba O'nu, "Üçüncü Dünya ülkelerini sömürgeciliğin şiddetinden kurtaran ve bu ülkeleri Doğu ile Batı blokları arasına yerleştiren büyük devlet adamı." Olarak niteler.

Hintli Müslüman düşünür Muhammed İkbal, 1922 Temmuz ayında Atatürk için yazdığı şiirde, Ata'yı, "Düşman işgaline boyun eğmek zorunda kalan Sultanın kaderine karşı koyan, başkaldırmanın yaratıcı aşkını oluşturan insanüstü kişi" olarak tanımlamıştır.

Atatürk'ün sayesinde Türkiye, 1924 yılı öncesi Müslüman uluslar için örnek bir ülke olmuş ve bu örnekleme zamanın ilerici aydınların hayranlığını kazanmıştır.

Rusya'da Ulema Giarallah, 30 Aralık 1923'de Kahire'deki El Ekber gazetesinde verdiği demeçte şöyle demiştir; "Türkiye, Müslüman halklar için bir model ve İslam ulusları için en güzel örnektir. İslam dünyasının iktisadi ve siyasi bağımlılıktan kurtulması, tamamen Türkiye'nin kaderine bağlıdır."

Atatürk ile çağdaş olan İslam ulemaları arasında ve halen büyük saygı gören yukarıda adı geçen iki ulemanın fikirleri böyle.

Halkı Allah ile aldatarak dini politikaya alet edenler, Türk halkının AB karşısında gardını düşürmek için, Atatürk ve Atatürkçü karşıtlığı yapanlar, biz biliyoruz, siz ne yaptığınızın farkındasınız.

Necmi ÖZNEY

7 Temmuz 2008 Pazartesi

VATANDAŞ BAĞIMLININ BASIMLISININ BAĞILIMLISI OLMUŞ

Batılı temsilciler ve Büyükelçilerin, Türkiye’de ki davranışları, BM Şartlarını, Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi'ni ve diplomatik teamülleri yok saymaları, Türkiye’nin iç işlerine müdahale ve Türkiye’yi sömürge bir ülke gibi gördükleri anlamına gelmektedir.

Türk askerini, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni ve Atatürkçü Düşünce Sistemi'ni hedef alan görüş ve beyanlara, dikkatli bir gözle bakmamız gerekir. Türkiye ve Türklük karşıtı yapılan söylemlerine rağmen, hala ısrarla yanında ve içinde yer almak istediğimiz ABD ve AB Türkiye’de neler yapmak, neyi gerçekleştirmek istiyorlar? Ordu olmasaydı neler yapılacaktı? Bunları bir düşünmek gerekir.

Ulus olmak, ulusal değerlere yöneliş ve bu değerlere sahip çıkma ile ifade edilecek bir olgudur. Bu bağlamda laiklik ilkesi ile takviye edilmiş din, dil birliği, kültür birliği, ulus olma sürecinin temelidir.

Uyum yasaları, din, dil ve kültür birliğinin parçalanmasının önünü açmıştır. Bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin üzerine bina edilmiş olduğu, Atatürk ilkeleri ve Atatürk milliyetçiliği gibi temellerden yoksun bırakma çalışmaları, Türkiye Cumhuriyeti'nin dibi görülmeyen bir uçuruma itilmesi anlamına geliyor ise, buna, bu vatanın evlatlarından hiçbiri seyirci kalamaz.

Türk Kültürü, Türkiye Cumhuriyeti'nin üzerinde yükseldiği temel değerdir. Bir taraftan çağdaş medeniyet yutturmacası ile Avrupa Kültürü içinde yer almaya itiliyoruz, diğer taraftan da zorlama yerel kültürler yaratıp bunları öne çıkarma eğilimi içindeyiz. Hani nerede benim kültürüm? Hangi değerlerin dersine çalışacağız? Çağdaş medeniyet dedikleri içi kof AB kültürüne mi? Yoksa feodal çağda kalmış yerel kültür dediğiniz şeylere mi? Aslında bütün bu samimiyetsiz ikilemler, Türk Kültürünü ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek parçalamak yok etmek için yapılmaktadır.

Ülkesini ve ulusunu seven, Türkiye Cumhuriyeti Devletine sadakatle bağlı olan bireylerin, bu gelişmelere seyirci kalmasını bekleyemezsiniz. Buna rağmen besleme sivil toplum kuruluşları, medya ve yerel yönetimler halkı bir anlamda kontrol altına almaya çalışmaktadırlar.

Aynı anda birçok iş kolunda faaliyet gösteren ve devletten aldıkları krediler ve ihaleler ile zenginliklerine zenginlik katan gazete patronları, her hangi bir siyasi iktidarı ne kadar eleştirebilirler? Böyle bir medyanın, demokrasi gereği, görevi olan, halkı aydınlatma görevlerini yapacaklarına inanmak mümkün değildir. Devletten ucuz kredi alan veya devlete olan borçlarını uygun koşullarla zamana yayan gazete patronlarının, devlet çarkının başındaki herhangi bir siyasi partiyi karşısına alması mümkün değildir. Birden fazla gazete çıkarmak, bu gazetelerden birinde iktidarı eleştirmek diğerinde ise iktidarı övmek, söylenecek bir şey yok, insanın ağzı bir karış açık kalıyor.

Yerel yönetimler ise, genelde yokluk ve yoksulluk içinde yaşanılan varoşlara nakdi ve ayni yardımlarda bulunarak ve halkın geri kalanına ise, süslü gösteriler ve bedava halk konserleri gibi etkinlikler düzenleyerek, insanları kontrol altında tutmaktadırlar.

Yerel yönetimlerin yöneticileri, bu etkinlikleri, halktan topladıkları paralarla yapmaktadırlar. Bu etkinlikler, yerel yönetimlerle iş yapan müteahhitlere yaptırılıyormuş gibi bir hava yaratılsa da, müteahhit ile yerel yönetim yöneticileri ihale konusunda anlaşırken, bunu da hesaba kattıkları için, müteahhidin verdiği para yine halkın cebinden çıkıyor. Bunu yalnızca AKP’li yerel yönetimler yapmıyor hepsi yapıyor.

Mısır'da terör örgütü olarak kabul edilen bir Örgüt, Mısır'ın güneyindeki yoksul bölgelerindeki halka, Türkiye'deki yerel yönetimlerin yaptığı türden yardımlar yaparak varlığını korumaya ve sürdürmeye çalışmaktaymış, yani arada bir fark yok. Halkı kendine bağlı ve bağımlı olarak tutmak. İşte gerçek maksat budur.

Halk bilinçli olarak, yardım bekleyen bir duruma itilmekte, buda, halkın sürekli olarak kendilerini birilerine bağlı ve bağımlı hissetmesini sağlamaktadır. Yerel yönetimlerin, harcanan bu büyük paralar ile istihdam ve üretim sorunlarına çözümler bulması mümkünken bunu yapmamaktadırlar.

Bu nasıl bir sarmaldır ki vatandaş, bağımlının, bağımlısının ve onların bağımlısının bağımlısı yapılmıştır.

Necmi ÖZNEY

30 Haziran 2008 Pazartesi

BU TRAVMA HİKÂYESİ VERİLEN ROLÜN BİR PARÇASIDIR

Türkiye’de, ABD ve AB’nin burnunu sokmadığı ve işbirlikçileri eliyle istismar etmediği hiçbir konu bulamazsınız. AB ve ABD bugün yine, hasta adam Türkiye senaryosunu yazmaya çalışıyor ve ne yazık ki içimizde bu senaryoyu büyük bir hevesle sahneye koyacak hainler bulabiliyor ve üstelik ne yaptıklarının da farkındalar. Batı Türkiye’yi karıştırma görevini yerli işbirlikçilere vermiş, ellerini ovuşturarak locadan seyrediyor.

Yüz yıl önce Türkiye’nin başına gelenler, Türk milletine, maksatlı olarak, işbirlikçiler ağzıyla ve Batı’nın istediği gibi anlatılıyor. Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhtarlığı propagandaları ve hadsiz hesapsız densizlikler, almış başını gidiyor. Humeyni sever kızcağızlar bilinçli bir şekilde hareket ediyor. Din tüccarı tarikatların söylemek istedikleri Atatürk ve Türkiye düşmanlığı, onların ve malum kişilerin ağzından söyleniyor.

Birden bire ne oluyorsa oluyor. Fethullah hoca efendimiz bir ankette dünyanın en büyük düşünürü seçiliyor, ardından beraat ediyor, geldi gelecek deniyor ve yıllarca ABD’de ikamet eden hocaya birdenbire sana yeşil kart yok hadi sen git artık deniliyor. Evet, bir oyun oynanıyor, tamam kabul ederiz, kış kışlığını Busht bushtluğunu yapacak ama bu milletin bu kadar enayi yerine konulmasına tahammül edemeyiz,

Bütün bunların anlatımıyla, Türkiye artık gümrük birliğinden ve AB’ye girme kandırmacasından kurtulmayı şiddetle düşünmelidir. Bu kafalarla ve böyle bir Türk düşmanı Avrupa zihniyeti ile Türkiye için, bu yolun hayırlı bir sonu yoktur. Hiç kimse, Avrupa Birliği üyeliği için, sonuç her ne olursa olsun yola devam etmemiz gerekir diye halka masal anlatmaya kalkmasın. Gitsin Türkiye’yi Avrupa’ya şikâyet etsin. Onlar için normali de zaten budur.

Hiçbir şey ve hiçbir politika, Türkiye'nin ulusal çıkarlarından daha büyük ve önemli değildir. ABD'nin ulusal çıkarları var, AB’nin çıkarları var, ama Türkiye'nin ulusal çıkarları göz ardı ediliyor. Ulusal çıkarlarınızı düşündüğünüz, yazdığınız zaman hemen çağdışı kalmış ulusalcı damgası yiyorsunuz. Bu süreçte Türkiye'nin önemli ve hayati ulusal çıkarları vardır. Batı kendi ulusal çıkarlarını korumak için nasıl davranıyorsa, Türkiye de aynı şekilde hareket etmelidir. Türkiye'nin ulusal çıkarları artık lafta kalmamalıdır.

Dini, etnik ve sosyal açıdan Türk ulusunu bölme çalışmalarının her gün biraz daha arttığının farkında olmamız gerekir. Zaman durmuyor ve hep aleyhimize işliyor daha doğrusu aleyhimize işletiliyor. Her geçen gün, ulusal çıkarlarımızı korumak için ödeyeceğimiz bedel biraz daha ağırlaşıyor.

ABD ve AB’nin, AB üyeliğini kullanıp Türkiye’yi nasıl istismar ettikleri ve bu durumu kullanarak ülkemizin iç işlerine karışmaları, Türkiye için kırmızıçizgi ve ulusal çıkar diye bir şey bırakmamıştır. Ayni şekilde, Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler ve Asya ülkelerinin önemli bir bölümü, Batının dünyaya yön verme hastalığından rahatsızlık duymaktadır.

Türkiye, aslında önce kendisinin duyması gereken bu rahatsızlıktan yararlanarak, asgari müşterekleri içerecek bir paydada, bölgesel ve dünyasal yeni ve barışçı bir birlik kurulmasının kurucu üyesi ve gerekirse öncüsü olmalıdır. Avrasya coğrafyasında Türkiye'nin de içinde olacağı yeni bir politik yapılanmanın ortaya çıkarılması, Türkiye'nin yıldızını parlatacaktır.

Böyle bir girişim, Batının, milletler arası hukuku kendi ulusal çıkarları için kullanmasını da engelleyecektir. Uluslar arası politikanın olmazsa olmazı çok kutupluluğun ciddi bir adımı olarak da, bir anlam ifade edecektir. Çünkü tek kutuplu dünya doğru bir düzende dönmekte zorluk çekiyor.

BM gibi bir kuruluş varken bile yapılan insan hakları ihlalleri, emperyalizmin silah zoru ile bazı devletleri soyması ve Birleşmiş Milletlerin ABD’nin çıkarlarına hizmet ediyor olması bir gerçektir. İkinci Dünya Savaşından sonra aradan geçen altmış küsur senenin dünya halkına verdiği tecrübelerin ışığında, bazı şeylerin artık değiştirilmesi gerekir. İnsanlık hukuku ve milletler arası hukuk ön plana çıkarılarak, yeni düzenlemeler ve bazı devletlerin olumsuz davranışlarında kalıcı düzeltmeler yapılmasının zamanı gelmiştir.

Amerikan Ordusu, silah kullanarak Amerikan Yönetimine politik ve ekonomik kazanımlar sağlar BM’den tık çıkmaz. Yurdumuzda en güvenilen kurum ve göz bebeğimiz ordumuzdan barışçı ve politik bir güç olarak yararlanacağımız yerde onun yıpratılmaya çalışılması için ise, oturup uzun uzun düşünmek gerekir.

BM kurulurken, dünya devletleri kendi müracaatları üzerine üye yapılmışlardır. Türkiye ise, Büyük Atatürk’ün “davet etsinler düşünürüz” isteği karşısında ve davet edilerek BM üyesi olmuştur. Birde şimdiye, AB hikâyesine bakınız. İşte Atatürk farkı budur. Ne de güzel teşhis etmiş olayı, “Birleşmiş milletler, bazı ülkeleri yöneten bazılarını ise yönetilen sınıfına sokmuş” diyerek.

Türkiye travma geçirmiş öylemi? Hadi oradan, hadi oradan bile demem. Çünkü değmez.

Necmi ÖZNEY

22 Haziran 2008 Pazar

BAĞIMLI DIŞ POLİTİKA GELECEĞİMİZİ KARARTIYOR

Türkiye halkı bugün, 85 yıllık Cumhuriyetin kazanımlarının nasıl yok edilmeye çalışıldığının, bunları kimlerin, niçin yaptığının sebeplerini vicdan muhasebesinden geçirerek değerlendirmesi gereken bir zaman dilimi içindedir.

Uluslararası politikada ki gelişmeler ve ülkemizin bugün içinde bulunduğu koşulları göz önüne alırsak, Türkiye'nin, ABD veya AB ile birlikte hareket etmesi, onların fikri destek ve müdahalelerine bağlı bir yaklaşım içinde bulunması, kendi ayağına kurşun sıkmakla eşdeğerdir.

İkinci Dünya Savaşı başlamadan öncesini hatırlarsak, ABD'nin bugün askeri ve politik olarak yaptıkları ile Hitler’in Nazi Almanya’sının ve Mussolini’nin faşist İtalya'sının o zaman yaptıkları arasında bir fark yoktur. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşına girmeme sebeplerinden biride bu olsa gerektir. Bugün Türkiye'nin, ABD’nin ve emperyalizmin yanında yer alıyor görüntüsü vermesi tuhaf ve tutarsız bir durum meydana getirmektedir.

Birinci Dünya Savaşından galibiyetle çıkan, Anadolu'yu işgal eden zamanın en güçlü devletlerine karşı Mustafa Kemal ve arkadaşlarının verdiği milli mücadeleyi hatırlamak gerekir. Yokluk ve sefalet içindeki, yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nin o dönemin olumsuz şartları içinde dahi o zamanın en güçlü devleti İngiltere ve avanesi ile kıran kırana nasıl antlaşmalar yaptığını unutmayalım. Türkiye'nin o zaman başardıkları ile bugünkü davranışlar arasındaki olumsuz farkı görmemiz gerekir.

ABD'nin ve AB’nin izlediği siyaset, davranış, tehdit ve her işe burnunu sokması karşısında teslimiyetçi bir politika izleyen politikacılar için, evvel emirde, Türkiye'nin binlerce yıllık devlet deneyimleri ve Büyük Atatürk'ün fikirleri rehber olmalıdır.

Türkiye'nin hiçbir Batı ülkesinin uydusu olmadan, Türkiye merkezli geniş çaplı bir çekim alanı oluşturması ve bu şekilde uluslararası politikada yıldızlaşması ve söz sahibi olması mümkündür. Böyle bir davranış, Türk insanının son dönemde içine düşürüldüğü ümitsiz ve karamsar durumdan da sıyrılmasını sağlayacaktır.

Aklı başında ve vatanını seven politikacılara sahip olmamız halinde bugünkü şartlarda, Türkiye'nin iyi bir model ve lider ülke sıfatı ile ortaya çıkması için uygun ortam şu an mevcuttur.

Türkiye bugün, politikacısı, halkı ve tüm kuruluşları ile bunu düşünmek, üzerinde kafa yormak, bir çıkış noktası bulmak ve Türkiye’nin hayati çıkarlarını korumak zorundadır.

Türkiye, körü körüne uyguladığı teslimiyetçi dış politikaların kendisi için ne getirip, ne götürdüğünü yeniden düşünmelidir. Dünyada dış politika koşullarında anlık hızlı değişimler olmaktadır. Falanca konu için, x bir zaman filanca bir politika izlendi diye buna sürekli bağlı kalınması düşünülemez. Şartlara bağlı olarak lehimizde değişikler yapılması gerekir. Çünkü asıl olan, Türkiye'nin ulusal çıkarlarıdır. Bakın ABD’ye ve AB’ye, her hangi bir olay için kendi çıkarları doğrultusunda hemen yüz seksen derece dönüş yapabilmektedirler.

Teslimiyetçi ve işbirlikçi bir davranışla devlet politikası haline getirilmiş, partisel bir dış politika yaklaşımı, Türkiye'nin daha çok devleti ve derdi karşısına almasına ve daha çok öz kaynağını kaybetmesine neden olmaktadır.

Her şeyi satarak, üretimi yok ederek, ithal bir zihniyetle halkı ve Ülkemizi ekonomik bakımdan zayıflatarak yapılan ekonomik politika ile bir yerlere varılamayacağı gerçeği apaçık ortadadır. Türkiye, bugün kendi yağı ile kavrulmak zorundadır. Bunun tersini yapmak, zaten çoğu özelleştirme adı altında elden çıkarılmış ekonomik kaynaklarının daha da küçülmesine ve sonunda ise, elde kalanların bir halta yaramayacak duruma gelmesine yol açacaktır.

Türkiye, Batı tarafından çevresindeki ülkelere yapılan emperyalist saldırılar karşısında, birlik içinde diri kalmak ve Atatürk ilkelerine daha sıkı sarılarak emperyalizme karşı gücünü hazır tutmak mecburiyetindedir.

Irak savaşı süreci ve benzeri durumlarda, ABD’nin dümen suyunda bir politika ile meşgul edilen Türkiye'nin, Kıbrıs, Ege konularında ve diğer devletlerle dış politika oluşturmasında istediği gibi hareket etmesi mümkün değildir. Yeni bir Dünya bir an evvel kurulmalı ve Türkiye bu yeni Dünya’da daha etkin bir şekilde, Atatürkçü bir ruhla yerini almalıdır.

Necmi ÖZNEY

16 Haziran 2008 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN GÖBEK BAĞI ABD’DEN AYRILMALIDIR

AB, politik hesaplarında bazı değişiklikler yapmaya ve süreci kendi denetiminde tutmaya çalışarak yeni bir yola doğru gidiyor. Gizlenmeye çalışılan bu politikada en büyük etken, ABD'nin çöküş sürecinin gözle görülebilir bir şekilde başlamasıdır. ABD'nin, çöküşünün başladığı batılı otoritelerce de yazılıp çizilmeye başladı. Bu görüşün giderek gerçek tablosu vermesi, bugüne kadar ABD ile birlikte hareket etmiş olan AB'nin, önce kapalı, sonra da açıkça ABD'den uzaklaşmaya başlamasına yol açmaktadır. Batan gemiyi terk etmek isteyenler, bugünlerde biraz daha söz sahibi duruma gelmektedir.

İngiltere'ye karşı İrlanda cumhuriyet ordusunu ve Avrupa ülkelerine karşı Kuzey Afrika'yı kullanarak, AB'yi yanında tutmaya çalışan ABD'nin, bundan böyle bu kalleş politikalarının Avrupa’da tutmayacağı anlaşılmıştır.

İngiltere, Irak'taki askeri gücünü azalttı. ABD ile İngiltere arasındaki soğukluk giderek daha çok artıyor. Fransa ise açıkça ABD ile karşı karşıya gelmekten kaçınmıyor ve Çin ile işbirliğini geliştirmeye çalışıyor.

Avrupa, ABD'nin izlediği politikadan rahatsız ve artık bu ülkenin peşinden sürüklenmek istemiyor. İngiltere'nin ve Fransa'nın ABD'ye karşı yeni denge arayışları içine girdikleri söylenebilir. İngiltere'nin Türk Boğazlarındaki tanker trafiğine dikkat çekmesi, Fransa'nın Irak'ta Türkmenlerin durumuna Türkmenler açısından bakması ve her ne kadar Ermeni yanlısı politikalar izlese de Karabağ konusundaki rahatsızlığını dile getirmesi gibi gelişmeler, ABD ve AB'nin bir yol ayrımının başlangıcına gelindiğinin işaretleridir. İngiltere'nin Türk Boğazlarındaki tanker trafiğini dillendirmesi, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile sağlanmış olan ve bugüne kadar gelen uygulamanın korunması açısından önemli bir durumdur.

İngiltere'nin bu açıklaması, Rusya'nın ve Türkiye'nin Karadeniz politikasına destek vermesi demektir. Rusya'nın son dönemde enerji konusunda Avrupa'ya yaptığı açılımlar da dikkate alındığında, bölgede Rusya, Türkiye ve Avrupa arasında AB'den bağımsız olarak yeni bir sürecin başlayabileceği ve ABD'nin bu süreçten hiç hoşlanmayacağı ve olumsuz olarak etkileneceğidir.

ABD ve AB arasında ortaya çıkacak çıkar çatışması, en çok ABD'ye zarar verecek ve ABD'nin çöküş sürecini hızlandıracaktır. ABD, bu ayrışma ile sadece Avrupa'nın gücünden değil, birlikteliğin neden olduğu güvenden de yoksun kalacak, ciddi bir güç kaybına uğrayacaktır. ABD'nin deniz aşırı varlığı ve bu varlığın devamı için katlandığı maliyet nedeniyle, çöküşünün çok hızlı ve çok sancılı olması kesin gözükmektedir. Osmanlı'nın çöküşünün 250 yılı aşkın bir sürede olması bazı benzetmelere yol açsa da, ABD'nin çöküşü Osmanlı Devletinin çöküşüne benzemeyecektir. Çok daha acı verici ve çok daha hızlı olacaktır.

ABD ile İngiltere arasındaki çıkar ilişkileri de ABD'nin çöküşünü hızlandıracaktır. Amerikalıların, İngiltere ile tarihsel ilişkilerini unutması, eski patronunun elinden gelir alma çalışmalarının yüklü faturasını, Amerikan halkı çok ağır bir bedelle ödeyecektir. İlerde göreceğiz bakalım kim daha Busht kim daha emperyalist.

AB tarafından gücünün ve büyüklüğünün farkında vardırılmayan, özgüvenden yoksun bırakılmaya çalışılan Türkiye, Amerikan poposuna yakın tutulmaya çalışarak ABD'nin kaderine ortak edilmeye çalışılmaktadır. Geçmişteki Alman-Osmanlı birlikteliği sanki tekrar yazılmaktadır.

BOP, ılımlı İslam, Atatürk ve Türk Ordusu düşmanlığı bunun için yapılmaktadır. Türkiye'nin can damarlarına, Fethullah bunun için sızmaya çalışmaktadır. Bunun için AB eroini Türk halkına belli dozlarda verilmektedir. İngiltere kraliçesi bu sebepten, bir savaş gemisi ile ülkemize gelmiştir. Topraklarımız, limanlarımız, bankalarımız hep bu sebepten el değiştirmektedir.

O gün Osmanlı'nın başında vahdettin vardı. Bu gün ise kimler var. Bakın medyaya, vahdettini aklayıp emperyalizme çanak tutmaya çalışan kahpe dölleri neler yazıp çiziyorlar.

Türkiye'nin bugünkü durumunu ve Osmanlının çöküş sebeplerini herkesin iyi sorgulaması gerekir. Önce bu konuyu çok iyi anlamak, sonrasında ise Kurtuluş savaşını ve sonrasını iyi tahlil etmek lazımdır. Büyük Atatürk’ün Türk Gençliğine hitaben yaptığı yol gösterici nutku her şeyi gayet açık ve anlamlı bir şekilde anlatmaktadır.

Necmi ÖZNEY

9 Haziran 2008 Pazartesi

DÜNYA İÇİN KÂBUS OLACAK BİR ÇEKİŞME

ABD, 1900 lü yıllarda çok iyi kullandığı propaganda yöntemi ile yirminci yüzyılı Amerikan yüzyılı olarak dünyaya kabul ettirme başarısını gösterdi ve işbirlikçilerinin de yardımı ile dünyayı buna inandırdı. Fakat bundan önemlisi, yirminci yüzyıl ayni zamanda Asya ve Afrika'nın sömürge olmaktan kurtulmasının, faşizmin ve komünizmin politik olarak gelişmesinin de yüzyılı oldu.

1915–1970 arası dönemde, ABD, dünyayı propaganda ve kültür emperyalizmi ile kendi isteğine göre şekillendirdi. Buna inandırılmış dünya devletleri, ABD'yi ekonomik olarak en büyük üretici, dünya jandarması, egemen politik güç ve dünya kültür merkezi yaptı. Kısaca, ABD bu kandırmaca ve yalanla bir yüzyıl her şeyi yönetti. Aslında şimdi ABD gözle görülür bir düşüş içinde. ABD yönetimi bunu reddetse de, dünyadaki işbirlikçi devletlerin belli bir kısmı ABD'nin büyüklüğünün hala sürdüğünü iddia etse de, artık ABD yıldızının sönmekte olduğunu kabul etmek zorundalar.

Bundan sonra sorulacak soru ve düşünmemiz gereken şey, yirmi birinci yüzyılın kimin yüzyılı olacağıdır.

Henüz yüzyılın başındayız ve dünyanın rotası tek kutuplu olmanın sarhoşluğu içinde bocalıyor. Aklı başında siyasi liderler dış politikalarını buna göre şekillendirmenin hazırlığı içindeler.

ABD, can çekişme sürecinin zamanının belirsizliği içinde, dünya hâkimiyetinin bitmediğini ispat için, askeri gücünü kullanarak ve ciddi bir askeri rakibin yokluğundan faydalanarak dünyanın çeşitli bölgelerinde kargaşa çıkarmaya devam edecektir.

Çin nüfusuna dayalı olarak ekonomik ve askeri bakımdan dünyanın süper gücü olarak ABD'nin yerini almaya çalışmaktadır. AB, Rusya ve Çin, dünyanın ABD tarafından anarşi yoluna sokulacağı ve ortamın çok kutuplu bir kargaşa meydanı haline getirmeye çalıştığının bilincindedirler.

ABD doları dünya ekonomisinde dolaşan para birimi olarak çok kırılgan hale gelmiş durumdadır. Dolar bugün, ABD ile ekonomik işbirliği yapan fakat ilerde ABD'nin ekonomik ve politik hasmı olabilecek ülkelerin aldıkları tahvillerle ayakta durabilmektedir. Eninde sonunda ekonominin doğası olarak bu durum böyle sürmeyecektir. Dolar düştükçe, ABD belli bir süre için ihraç kazancını arttırabilir, fakat maymunlar artık gözlerini açtıkları için. ABD, dünya genelindeki kapital üzerindeki hâkimiyetini kaybedecektir. Buna bağlı olarak Amerika'da yaşam standardı düşecek, ekonomisini düzeltmek için yabancı sermaye ihtiyacı sonucu döviz girişi olacak, bu da doların sonunu getirecektir.

Irak savaşı, uçaklara, gemilere ve modern silahlara sahip olmanın, küçük bir devleti bile yenmeye yetmediğini göstermiştir. Bir savaşın galibi olabilmek için, bunların yanında büyük bir kara kuvvetine de sahip olmak gerekir. İşte ABD'nin böyle bir gücü yoktur ve milli ruhtan yoksun olduğu içinde hiçbir zaman olmayacaktır. ABD ordusu, paralı katiller ordusu olmaya, yaptığı ve yapacağı savaşları kaybetmeye mahkûmdur.

Dünyanın önemli bir kısmı, bilhassa Güney Amerika devletleri şimdi ABD'ye meydan okuyabileceklerin farkına varmışlardır. Bunun yanında Çin ekonomik olarak durumunu düzeltiyor, askeri gücünü oldukça çabuk genişletiyor ve sınırlarından çok uzakta ciddi politik etkinlikler gerçekleştiriyor. Eğer Tayvan'la birleşmeye hız verir, İki Kore'nin birleşmesinde olumlu bir rol üstlenir ve Japonya ile tarihten gelen olumsuzluklarını yok edip anlaşabilirse, ABD karşıtı yeni bir jeopolitik yapı oluşturabilir.

Amerika'nın şu an yazmaya çalıştığı senaryo çok kutuplu bir kargaşa ortamı ve tehlikeli ekonomik krizler üzerinedir. ABD, gücünü sürekli koruyabileceğinin imkânsızlığının bilinci içindedir. Amerika, Amerika'ya rağmen yeni bir güç oluşumunun kurulmaya çalışılmasının zorluğunun da farkındadır.

Bu da, tek gözlü dev can çekişirken, her bir Amerikalının karnının doyması için, daha çok insan açlıktan ölecek, daha çok savaş çıkacak ve daha çok kan akacak demektir.

Necmi ÖZNEY

4 Haziran 2008 Çarşamba

BATI TABLETLERİ VE KEMALİZM

Ele geçirilen bir memleketin bütün zenginliklerinin kendi memleketine düzenbazlıkla veya zorbalıkla götürülmesine sömürgecilik denir. İnsanlık için bu pek şerefsiz davranışın yaratıcısı ve uygulayıcısı ABD ve Avrupa’dır. Şimdiye kadar yaptıkları bütün olaylar, alınlarına işlenmiş kapkara bir lekedir.

İngilizler, Fransızlar, Portekizliler, İspanyollar, Hollandalılar, Almanlar, İtalyanlar insanlık tarihindeki bu pis oyunun baş aktörleri olmuşlardır. Ezilen, sövülen, dövülen, işkencelerle öldürülen, malları, emekleri, hakları ve hürriyetleri zorla ellerinden alınan. Esir edilip hayvanlar gibi çalıştırılan, satılan, ırzlarına geçilen, inançları, zorla, hile ve entrika ile tahrip edilen ve değiştirilen. Kanları sel gibi akıtılan, iğrenç metotlarla kökleri kazınıp, soykırıma tabi tutulan zavallı, masum milyonlarca insan, bu rezil sömürgeci zihniyetin asla silinip yok edilemeyecek belgeleridir.

Bugün bizlere medeniyet dersi vermeye kalkışan Batı, önce aynaya bakıp, kendi alnındaki bu kara lekeyi artık fark etmeli ve onlardan önce bu lekeyi, ABD ve AB borazancılığı yapan işbirlikçiler görmelidir.

Batı’nın on altıncı yüzyılda ki gelişmesinin ve gücünün kökü, sömürdüğü ülkelerden çaldığı medeniyet, bilgi ve zenginliklerden gelmiyor mu? Eğer sömürgeler olmasaydı, Avrupa, şimdiki Avrupa olurmuydu?

Saldırganlaşan küreselleşmenin neyi azmetmiş olduğunu anlayabilmek için, AB’nin fikren kurucularından biri olan Fransız şair yazar ve düşünür sözde hümanist Victor Hugo'nun, 1849 yılında Paris'teki Barış Kongresinde söylediği sözleri iyi tahlil etmek gerekir.

“Fransa, Rusya, İtalya, Almanya, Avrupa’nın bütün milletleri, özelliklerinizi ve şerefli devletlerinizi kaybetmeden, Avrupa birliğini ve kardeşliğini şekillendirdiğiniz zaman, beklediğimiz o büyük gün gelecektir. Savaşılan milletler, savaştan sonra ticaret için açık pazarlar haline geldiğinde ve zihinleri törpülendiğinde, beklediğimiz o büyük gün gelecektir. Toplar tüfekler, oylarla yer değiştirdiği zaman, o büyük gün gelecektir. Avrupa ve Amerika birlikteliğindeki büyük bir gücün hâkimiyeti kurulduğu zaman, o büyük gün gelecektir. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birleşik Devletleri'nin, Tanrı'nın bakışları altında, birbirlerine karşılıklı olarak destek verdikleri, ürünlerini, ticaretlerini, endüstrilerini, sanatlarını, bilimlerini paylaştıklarında, küreyi tekrar geri isteyecekleri, çölleri sömürgeleştirecekleri, bu yolda birleştikleri gerçekleştiği zaman, beklenen o büyük gün gelecektir"

İşte şimdi bütün dünyanın karşı karşıya kaldığı küreselleşmenin bize gösterilmeyen diğer bir yüzü de budur. Onun en büyük ilk hedefi Türk, diğeri ise İslâm dünyasıdır. Bu hedef dünyanın bugün içine düştüğü en büyük şanssızlık ise, Türklerin yanlış tarafta yer almaya çalışmasıdır ve bununda ilk sebebi ise, ABD, AB ve işbirlikçiler tarafından Atatürkçü düşüncenin yıpratılmaya çalışılmasındadır.

Bana göre, verdiğimiz dış ticaret açığımızdan daha önemli olan çok büyük bir milli benlik açığımız var ve bu açık gittikçe daha büyümektedir. Sağcısı, solcusu ne kadar izm varsa hala ithal etmeye çalışıyoruz. Bizim en büyük idealimiz ve şu andaki hastalığımızın ilacı ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürkçülüktür.

Yedi düvel üzerimize silahla gelmiş ve silahla defolup gitmiştir. Şimdi ise entrikalarla, ekonomiyle, misyonerlerle ve politik oyunlarla gelmektedirler. Bütün bunlara karşı durmanın tek çaresi, Büyük Atatürk’ün manevi önderliğinde gelişmek ve onun fikirlerini karşı atak olarak tüm dünyaya yaymaktır. Bu bizim yalnızca kendimiz için görevimiz değil aynı zamanda diğer milletlerin uyandırılması için kaderimiz ve boynumuzun da borcudur.

Necmi ÖZNEY

30 Mayıs 2008 Cuma

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, KÜRESELLEŞME VE ATA’NIN İLERİ GÖRÜŞÜ

İnsanın aslı ne ise nesli de o olurmuş. Bunun günümüzdeki en açık örneklerinden biri ise, ABD ve AB’nin sömürgecilik ve soygunculuk alışkanlığının, şartlar ve fırsatlar oluştuğunda, o çok övündükleri medeniyet ve insanlık değerlerini hiçe sayarak insanları sömürmek için politikalar geliştirerek mazilerine dönüş yapmalarıdır.

Küreselleşme adı altında, yirminci asrın ikinci yarısından itibaren, Batı tarafından yeni bir sömürge dönemi başlatılmış bulunmaktadır. Yaklaşık yirmi senedir gizlemeye bile gerek duymadan açıkça söylenen ve birbirlerini tamamlayan, medeniyetler çatışması, Armagedon, BOP ve ılımlı İslam gibi kavramların varmak istediği hedef, emperyalist Batı'nın dünyayı kendi hâkimiyetinde bir sömürge alanı haline getirme projeleridir.

Huyu hiç değişmeyen, emperyalist geçmişe ve tecrübe birikimine sahip bulunan, türlü politik oyunlarla oraya buraya yayılan Batı’nın, kendi inanış veya kararları sonucu olarak kendiliğinden doğru yolu bulmasını beklemek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Onun için, Batı’nın, maddi ve manevi değerlerine göz koyduğu ülkeler tarafından bizzat durdurulması gerekmektedir. Bu da bu devirde savaşla değil, milletlerin kendilerini koruma altına alması ile olur. Bu da dirayetli yöneticiler ile mümkündür. Başka bir deyişle, yönetimde adam gibi adamların olması gerekir.

Batı emperyalizmi tarafından yer üstü ve yeraltı değerlerine göz konulan ülkelerin, ilerde kendileri ile aynı kaderi paylaşabilecekleri samimi ve açık olarak anlatılarak, bölge ülkeleri ile yeni güç birlikleri ve anlaşmalar yapmaları şarttır.

Dikkat!

A) Emperyalizm ABD ve Avrupa Birliği maskesi altında iki yönden gelecektir.
B) Küreselleşen emperyalizmin ana hedeflerinin en başında gelen ise hiç kuşkusuz, Avrasya coğrafyasıdır.

Dünya tarihinin yeni bir kırılma sürecine girdiği bu zor dönemde, küresel emperyalizmin bu saldırgan tutumunu kırmak üzere, Avrasya ülkelerinin birlik oluşturarak kendi aralarında dostluklar ve ittifaklar kurmak suretiyle istikrarlı bir güç merkezi yaratmaları tarihi bir şart haline gelmektedir.

Avrupalılar tarafından kurulmaya çalışılan Avrupa birleşik devletleri, dünyaya kan kusturan ABD, epey bir zamandır yapılan Afrika birliği kurma toplantıları, yeni bir güç ve denge unsuru olması için kurulması şart olan ve geç kalınmaması gereken bir birlik, Avrasya birliği.

Dünyanın balansının bozuluyor olması ve emperyalizmin küreselleşme adı altında almış bulunduğu yeni şekil, Avrasya’yı ve birlik olamayan ülkeleri ciddi bir biçimde tehdit altında tutacaktır. Dünya için bir güven dayanağı olması gereken Birleşmiş Milletlerin Afganistan, Irak ve 3. Dünya ülkelerindeki davranışına bakın. Günlük gazete haberlerini takip edin göreceksiniz. BM değil sanki ABD.

Bakın Büyük Atatürk zamanında bu konu hakkında ne demiş;

“Milletler Cemiyetinin hatası, bazı milletleri yönetmek, diğerlerini yönetilmek üzere ayırmış bulunmasıdır…”

Gördünüz mü? Büyük Türk, Atatürk, geleceği nasıl görüp okuyabilmiş. Türk milletinin Ata’sını iyi anlayabilmesi, O’nun fikirlerini doğru olarak hayata geçirmesi önce kendisi için ve diğer milletler için şartsız elzem ve gereklidir.

Tarih'i iyi okuyamayan milletlerin, Tarih'e ibret olarak geçeceklerini unutmamaları ve tedbirlerini vakit kaybetmeden almaları gerekiyor.

Necmi ÖZNEY

25 Mayıs 2008 Pazar

UYUTULMAK ARTIK KABAK TADI VERİYOR

Türkiye'de belli bir kesimin kendisini Batı'ya beğendirme gayretleri, işin tadını kaçırmaktan da öte, artık müptezelleşme sınırına dayandı. Bu durum, hiçbir şekilde, “küreselleşen dünyada medeniyet ile bütünleşme” gibi politik kandırmaca söylemler ile geçiştirilecek bir şekilde de değil.

Artık İyice rayından çıkarılmış olan bu durum, attığı ve atacağı her adımın, çıkaracağı her kanunun meşruiyetini Avrupa birliği veya Amerika’da aramak, kendi nefsine itimadı kalmamış, gönüllü olarak teslimiyetçi, içinde vatan ve millet sevgisi taşımayan birileri ile karşı karşıya kaldığımızı düşündürüyor.

Türkiye'nin bu şekilde hesapsız kitapsız bir AB zihniyeti ile oyalanması, işbirlikçiler tarafından hazırlanmış bir vesayeti de beraberinde getirecek, halkımız, kendi boyunduruğunu kendi eliyle boynuna takacaktır.

Atatürk önderliğinde, kulluktan silkinerek ayağa kalkmış ve morali nerede ise bir anda düzelmiş bu millet, AB ve ABD karşısında küçük düşürülerek, morali bozularak, maddi ve manevi yeni bir bunalıma itilmeye çalışılıyor.

Bıkıp usanmadan, kedinin fare ile oynaması misali her şeyimizle oynayan, her bir iç meselemize burnunu sokan, giremezsek bile kapısında ölmenin şeref olduğu, çok medeni ve adam gibi insanların ülkesi, cennetin yeryüzündeki gölgesi, Avrupa Birliği sen neymişsin yahu.

AB işbirlikçilerinin ve lobicilerinin hiç bahsetmediği ve es geçtiği konulardan birisi de AB’de ki ırkçılık akımları. Avrupa'da çok yaygın ve güçlü bir ırkçılık hareketi bütün hızı ile yol alıyor. Bundan en büyük payı Müslümanlar alıyor ve özellikle Türkler zarar görüyor.

Pek sevgili AB lobicileri dikkat! Halktan hakikati gizlemek büyük suçtur. Ülkemizde, sağda solda AB muhabbetlerinden geçilmiyor. Bu muhabbetleri yapan pek değerli uzmanların çoğunluğuna baktığınız zaman, düşüncelerini içinde taşıdığı sepetlerin genelde içlerinin bomboş veya yalanla dolu olduğunu görebiliyoruz. Aslında kendi yalanlarına kendileri de inanmıyorlar. Konuşurlarken gözlerinin içine bakın, hareketlerine bakın hemen anlarsınız.

Bunlardan bir kısmı cehaletlerinden, diğer bir kısmı da içlerindeki gizli Türkiye ve Atatürk düşmanlığından olacak bilerek ve kasten, bakın nasıl bir fikri yaymaya çalışıyorlar.

“Artık bu zamanda tam bağımsızlık olamazmış, karşılıklı bağlılık ve bağımlılık dünya devletlerinin şimdiki politikası imiş” Alın size, dünyanın yeni paylaşma haritalarını hazırlayan efendilerinin, küreselleştiricilerin, küreselleşmenin aktörlerinin Dünya’yı ele geçirme planlarının, emperyalist işbirlikçisi savunucularının ipe sapa gelmez düşünceleri. Tabii olarak bu fikrin patent sahipleri ise bunların efendileridir.

Devlet, kendi hür, vatandaşı hür, tam bağımsız ve kendi kendine yeterli bir varlıktır. Ülkemize dikte edilmeye çalışılan, karşılıklı bağlılık ve bağımlılık ile anlatılan şey de halkı aldatmak için yapılan çarpıtmalardır. Bu mavalı anlatanlar, eğer ajan değillerse inanınki süzme salaktırlar.

Necmi ÖZNEY

23 Mayıs 2008 Cuma

BOP VE ILIMLI İSLAM’IN YENİDEN KURGUSU

İspanya’dan başlatılan politik simgenin yeniden şekillendirilmesi ve yeni rotası, Endülüs’ten verilen şifre, Müslüman olduğuna inandırıldığımız politik anlayış. Maksat, sadece ve sadece oy avcılığı. Kadına ve İslamiyet’e türbanla özgürlük getirdiğine inanan ve bunu anlatmaya çabalayan tuhaf bir politik zihniyet. Bu zihniyetin düşüncesizliğinden fırsat yaratanlar, artık kurcalanmaması gereken ve bütün beceriksizliklerin üstünü kapatmaya yarayan bir nesne için perdenin yeniden açılması. Senaryoda yerini alan figüranlar. Sahne arkasından suflörlük yapan satılmış medya.

Etrafa bedavadan dağıtılan biletlerle, oyunu izlemeye zorlanan her düşünceden sayısız insan. Kimin ne dediği, kimin kimi niçin alkışladığı belli değil. Türkiye denen tiyatroda oynanan oyunun adı ise “siyasi simge türban ve ılımlı İslam hazırlığı”

Localarda ise, Dini politikaya alet edenlerin suçlu ruhları ile sırça köşklerinde oturan, medeni cesaretten ve onurdan yoksun, doğruları bilen ama bildiklerini söyleyemeyen aciz bir takım aydın-ül ulema yerini almış. Salonda ise halk var. Halkın bir bölümü malum oyunun, kendi takımının galibiyet zaferi için yazıldığını zannederken, diğer bir bölümü ise, oyunun, kendi mağlubiyetlerinin ezikliğini yaşatmak için yazıldığını düşünüyor. Oyun süresince birbirlerine bitmek bilmeyen salvolar atıyorlar. İşsiz güçsüz veya zar zor iş bulmuş, ekmek derdinde olan milyonlarca insan. Gereksiz ve lüzumsuz sergilenen bu oyunu mecburen seyretmeye zorlanıyorlar.

Yeter artık, bu milleti yormayın. İnsanları inat uğruna bölmeyin. Bilmediğiniz her şeyi, bildiğinizi zannederek, toplumun önüne yanlış şeyleri koymayın. Biraz bu halkı ve bu vatanı düşünün ve artık biraz da vicdan sahibi olun.

Bu oyunda gözden kaçırmamamız gereken nokta ise, senaryonun önceden yazılmış ve sürekli ABD ve AB eliyle yeniden ve yine yeniden kotarılmakta olduğunu dikkate almamızdır. Ancak bu senaryoyu yazan, yazdıranın ve onların şakşakçılarının anlamadığı çok önemli bir durum vardır. Oda bu oyunun çeşitli versiyonlarını salonda oturan halkın çoğunun görmüş olduğu. Çoğu bu oyunu sevmiyor, hiç ama hiç hazzetmiyor.

ABD ve AB, bu oyunun bu sezon gösterimi için yaptığı değişiklikleri, Türkiye’de henüz denenmemiş başka bir tür ayrıştırma için gündeme koydu. Bunun anlamı ise aynı inanca ve mezhebe mensup insanları tarikatlar marifeti ile bölmek.

İslamiyet bu millete mezhep çekişmeleri, tarikat kavgaları nedeniyle doğru bir şekilde öğretilmediği için, doğrular tahrif edilmiş, inanç ve ibadetler sohbetlere, saçma sapan ritüellere, saça sakala ve 1,5 metre kumaş parçasına kadar indirgenmiştir.

Ilımlı İslam ve BOP kurgusunda, bir Sünni mezhep diğer bir Sünni mezhep içinde eritilmeye çalışılıyor, başka bir Sünni mezhebe ise diğerinin fetvaları ile yol gösteriliyor. Diğer bir mezhep, neredeyse unutturulmaya çalışılırken, bu mezhebin kurallarından yararlanmaya çalışılıp, ötekiler için başvurulan fetva kaynağı haline getiriliyor. Yani inanç birliğini parçalayıp inananlar düşman komşu yapılıyor. Ortaya, karmakarışık ABD ve İngiliz planlı, ılımlı İslam adı altında yeni bir teslimiyetçi vahabilik konuluyor.

Şia ise şu anda ABD’nin korkulu rüyası olduğundan, İslam âlemine düşman olarak takdim edilmektedir. Mesele çok derin, vahim, bir o kadarda devlet ve millet için tehlike yaratacak noktaya gelmiştir. İrtica ve yobazlık diye isimlendirilerek gaflete düşülecek bir durum değildir.

Yaşanan bu gerçekler karşısında İlahiyat profesörleri (bir kaçı hariç) ise susmaktadır. Onların susmalarını anlamak oldukça zor bir iş bizim için. Ya kendilerine veya bilgilerine güvenmiyorlar. Yahut birileriyle hoş geçinmenin peşindeler. Böyle olmasa, binlerce cahil insan, yok o hocanın, yok bu hocanın peşinden koşup durmaz, toplum anlamadığını, bilmediğini onlara sorması gerekirdi.

Asıl tartışılacak olan konu ılımlı İslam meselesi ile uydurma tarikatların ne yapmak istedikleridir. Türban burada yalnızca bu işin KDV sidir. Buna türban desen ne olur, politik simge desen ne olur, dinin gereği desen ne olur, özgürlük adına yapıyorum desen ne olur? Olacağı bir şey yok, olsa olsa dini kullanan partilere seçimlerde oy olur. Politikacılar için, türban ve benzerlerinin değerleri ise, işte bu oy kadardır.

Türk halkı kendi tarihini Selçuklulardan başlayarak, Türkiye Cumhuriyetine nasıl gelindiğini artık öğrenmeli. Ayni kaderi paylaşan ve aynı saflarda olan insanların, nasıl olup da dinci particiliğin ve rol paylaşan tarikatçıların marifeti ile bu milletin nasıl bölündüğünü bir değerlendirmeli. En mühimi ise kendi aklıyla kendi dinini doğru öğrenmeli. Bu yapılmazsa, dinci siyasilerin elinde, bazı şeyler putlaştırılarak ve simgeleştirilerek toplum resmen aldatılır ve olumsuz yönlendirilir.

ABD, AB ve yurtiçi işbirlikçi bir takım zevatın, Türkiye’de laiklik karşıtı çıkışlarının sebebi, laikliğin, halkı inançsal olarak bölme çalışmalarında karşılarına yıkılmaz duvar olarak çıkmasıdır. Kemalizm’in ve cumhuriyetin olmazsa olmazlarından biri olan laiklik ilkesinin korunması, ülke birlik ve bütünlüğü için var olma savaşının kod adıdır.

Necmi ÖZNEY